Aylardır elimden düşmeyen, kulağımda ezgilerinin silinmediği konser parçalarımızdan biri ‘Menekşe Gözler‘ adlı parça. Sözlerini yazalım öncelikli olarak:

Menekşe gözler hülyalı / Bakışları çok manalı/ Gönül yakıcı o gözler/ Meğer ezelden sevdalı/ Gel etme eyleme/ Aksi söz söyleme/ Beni red eyleme/ Beni terk eyleme/ Canım, gülüm hey / Yatıp dizinde ağlarsam/ Gece gündüz çağlarsam / Billahi sen de acırsın/ Aşkıma matem bağlarsan/ Gel...

Nakaratla devam ediyor. İşte o nakarat kısmı her okuyuşta bana çok anlamlı geldi. Nasıl da benim aksime söylenen her sözü kişisel algılayıp kendimi ret edilmiş ve terk edilmiş hissetmişim bir kez daha şöyle yumuşak yumuşak yüzüme çarptı.

Okul öncesi döneme ait yani 5-6 yaşlarında olsam gerek bir anı canlanır bu ret edilme ve terk edilme temaları ile ilgili. Kabakulak olmuşum, bulaşıcı olduğu için annem sokağa salmak istemiyor ama ben onlar kardeşimle uyurken pencereden kaçıp sokağa çıkıyorum yine de. İşte o günlerde arkadaşlarım bulaşır diye beni dışlıyorlar, oyuna almıyorlar. Bazı büyük abiler de alay edip kızdırıyorlar. Onları taşlayarak tek başıma gitmem yasak olan caddeye kadar peşlerinden koşturuyorum. İşte o duvara yaslanmış arkadaşlarını kızgınlıkla izleyen ve alay edenlere saldıran Özlen’in reddedilmek ve reddedilmeyi terk edilmek olarak algılamasında etken olan daha da derinlerdeki inançları iyice pekişmiş o günlerde.

Bu ve benzeri bir sürü inançla uğraşıyorum bu sıralar. Artık işime yaramayan, beni yakın ilişkiler yaşamaktan alıkoyan bu inançları bırakıp yerine yenilerini inşa etmek belki de ömür boyu sürecek bir süreç. Elimden gelenin en iyisini yapmaya istekliyim. Kendimi bedensel ve zihinsel olarak çok yorgun hissediyorum. Onun için mümkün olduğunca süreci hızlandırıp ceptekileri çoğaltıyorum. Sonra onları da boşaltmak gerekecek derken böyle oyalanıyorum sanırım. Oyalanmanın oynamaya ve bundan da keyif almaya dönüşmesine çok istekliyim. Gelin alıntılarla devam edelim gölgelerimize dair sohbete:

“Utanç duyduğumuzda zihniniz olduğunuz kişiye dair etiketlerle gelir: “çok muhtacım”, “çok kötüyüm” veya “duygusal olarak kırılganım” ilk akla gelenler.

Kronik ezici duygular; terk edilme, reddedilme, yalnızlık.

“Gölge yanlarımızı keşfetmekte yardımcı olacak yollardan biri de mizah anlayışımız ve özdeşleşmelerimizi dikkate almaktır.

Örneğin küçük bir kasabadaki üç din adamının her hafta bir tür ‘destek grubunda’ bir araya gelişini anlatan o eski hikâyeyi hatırınıza getirin. Adamlar bir araya geldikçe yakınlaşıp birbirine güvenmeye başladılar. Bir gün artık en büyük günahlarını itiraf edebilecek ve böylece suçlarını paylaşabilecek kadar birbirlerine güvendiklerine karar verdiler. ”Cemaatten toplanan paradan çaldığımı itiraf ediyorum,” dedi birincisi. ”Bu hakikaten kötü,” dedi ikincisi ve itiraf etti: ”En büyük günahım komşu kasabadan bir kadınla ilişki yaşamak.” Diğer ikisinin rezilliklerini işiten üçüncü din adamı şöyle söyledi: ”Ah kardeşlerim, itiraf edeyim ki benim en büyük günahım dedikodu ve bir an önce buradan çıkmak için sabırsızlanıyorum!”

Risk almadan olmuyor demi! Evet. Dedikodudan oldum olası hoşlanmadım. Fakat bunu bir değer olarak yerine getirmediğimi yeni yeni anlıyorum. Cezalandırıcı Tanrı’dan korkmamın yanı sıra ilişkilerimde bir kontrol aracı olarak da kullanmışım. Mükemmeliyetçi yanımla temasta olmak ve vazgeçilmez olacağımı düşünmek bu illüzyonu beslemiş de beslemiş. Öyle ya da böyle beslemiş beni bugüne kadar. Çok hoşuma gitmiş ‘güvenilir’ olduğumu duymak.

 Bakalım daha fazlası aydınlanacak diyorlar, şu kendimin dedikodusunu yapmaktan ne zaman kurtulacağım. Ha, dışsal dedikodu yapmadığımı söylemiyorum ama inanın elimden gelen özeni gösteriyorum. İçsel dedikoduda da şu kırbacı elimden bırakmak istiyorum. Sonrası aşama aşama gerçekleşecektir diye umuyorum. Teşekkürler.