Yaramaz, hırçın, kıskanç, şiddete yatkın hareketli bir çocuktum. Bunun yanı sıra güçsüzden yana koruyucu kollayıcı olan şefkatli bir yanım da vardı. Disiplinli, sorumluluk sahibi ve çalışkan olmak da diğer olumlu özelliklerimden birkaçıydı. Bugün yine bunları ve daha birçok “ben”leri içinde barındıran bir kadın insanım. Kadın diye özellikle altını çizdim, çünkü bazen bir erkek gibi hala fiziksel güç sevdasında olduğumu farkındayım.
Nasıl mı farkındayım? Ufak tefek ama benim içimde dev gibi suçluluk duygusu uyandıran birkaç hamle var son zamanlarda hayatımda. Bir de sürekli içimde;
“Şimdi genç olmak vardı, şunun saçını başını dolayıp da...”
Diye eşlik eden konuşmalar var.
Canım yanıyor. Acıyan yerlerime uf oldu geçecek diye üflesem de geçmiyor yalnızca bugün için. Fakat geçeceğine dair umudum baki oldukça geçecek inanıyorum. Zaten çocukken de ben kendi yaralarımı kendim üflerdim hep. Haşarı bir çocuk olduğumdan da yaram berem eksik olmazdı. Büyüklerim de sağ olsun her zaman “Yapmışsındır bir şey, niye bize sataşan olmuyor,“ derler topu kucağıma atarlardı. İyi ki de atmışlar. O alışkanlıkla şükürler olsun dönüp içime bakabiliyorum yaşadığım olaylarda. O zaman da açık beyan her şey ortaya çıkıyor. Çok canım yandığında doğaçlama olan başkasının da canını yakmak benim için otomatik olmuş. Her ne kadar kontrol etmeye çalışsam da bazen çıkıyor ortaya. İnşallah onlarla da bir gün içsel barış sağlarım diyeyim.
Kardeşim, “Biz kötü olduğumuzu kabul ediyoruz sen direndiğin için canın yanıyor“ demişti. Doğru söze ne denir, mükemmel olamayacağımı bildiğim halde niye bu kadar baskı oluşturuyorum üstümde anlamış değilim. Araştırıyorum. İşte böyle araştıra araştıra menzilin sonuna geliyoruz.
Şu son günlerde mezarımı açıp içine giresim var. Sağlık sorunlarım mı, gökyüzü olayları mı, dünyanın hali mi ya da daha spesifik bir sorun olarak burnumuzun dibine dikilecek yedi katlı binanın konulan tabelasından mı kaynaklı bir bezginlik var üzerimde. Şu an yazarken bile farkında olmadan dişlerimi sıkmışım.
Dedim ya yaralarımı üfleye üfleye dudaklarım yoruldu. Geçen gün bir söz düştü önüme:
“Yolculuk, insanı önce sözsüz bırakır sonra hikâye anlatıcısına dönüştürür.”
Diyordu. Oyalanıyoruz işte büyük ozanın dediği gibi...