Siyaset veya politika; gruplar arasında kararların alındığı veya bireyler arasındaki güç ilişkilerinin, kaynakların dağıtımı ve statü gibi diğer etkileşim biçimlerinin ilişkilendirildiği bir dizi faaliyeti ifade eder.
Hitabet; etkili söz söyleme sanatı. Güzel ve güçlü konuşma yeteneğini ifade eder ve topluluk önünde etkili ve ikna edici konuşabilme sanatıdır.
Başlığımın genel geçer tanımlarıyla yola çıktım ki rotamı kaybetmeyeyim. Çünkü yılların kavram kargaşasına kapılıp gitmek benim için çok kolay. Hani tanıdık bildik şey acı verse de kolay değildir bırakmak. İşte onun gibi bir şey.
Siyaset ve hitabet benim içine doğduğum ülke ve aile açısından oldukça tehlikeli sözcükler. Hapis yatmak bile onurludur bu kavramlar söz konusu olduğunda. Tehlike de zaten bu kadar kutsal bir yere oturtulmasından geliyor bence. Çok detaylara girip örneklemek niyetinde değilim yalnızca bugün için. Yorucu geliyor çünkü. Sadece siyasetin bir siyasi partiye oy vermek olduğu ( bu kadar basit olsa içim yanmayacak) hitabetin ise manipülasyon aracı olarak kullanıldığı geçmiş yaşanmışlıkların içinden çıkıp siyasetin bir dünya görüşü, hitabetin de bu dünya görüşünün ‘bence’ diyerek en iyi şekilde sunumu olması benim bugün bu kavramlara yüklediğim anlam.
Bu kavramlara bana sunulduğu gibi bakmak, beni hem o insanlara çekmiş( çünkü bende olmadığını düşünmüşüm) hem de onlara kul köle etmiş. O özelliğin kötüye kullanımına tanıklık etmek ise yavaş yavaş içimdeki yaratıcılığı öldürmüş, gücümü yemiş. Bunu kendi sözcüklerimle aktarmakta aciz hissettim şu an kendimi. En iyisi mi başucu kitaplarımdan ‘Ruhsal Astroloji‘ kitabından alıntılayayım. Hem gündeme de uyar bence. Hani şu 12 Ocak itibarıyla girdiğimiz balık- başak aksıyla ilgili olduğu için belki okuyanlara da bir kapı açar. Benim kuzey ay düğümüm başak, güney ay düğümüm balık. Ne demişler insan yaralı olduğu yerden iyileştirirmiş. Katkımız olursa ne mutlu bize.
Adı geçen kitapta “Çekim“ adlı bölümü aynen alıyorum:
“Başak Kuzey Düğümü insanı, çoğunlukla, kendisinin yoksun olduğunu hissettiği niteliklere sahip kişilere çekilir: Bunlar güçlülük, iddialılık, kararlılık ve benzeri niteliklerdir. O, ona öykünüp bu nitelikleri edinme dürtüsüyle o kişiye bağlanır. Diğer kişinin belli bir özelliğini istediğini fark etmek yerine, diğer kişiyi istediğini- çok güçlü bir biçimde – hisseder. O yakın bir ilişkiye girerken bu sorunun bilincinde olmalıdır. Bu dinamiğin bir parçası olarak, bazen o istediğini düşündüğü özelliği elde etmek için diğer kişinin ona kötü davranmasına bile izin verir. O bu ‘eksik’ niteliği kazanana dek, diğer kişiyle yüzleşmeye ve onu kaybetmeyi göze almaya korkar.
O, diğer kişide çekildiği niteliği görerek, bilinçli olarak, ilişkinin merkezine o kişiyi değil, bu niteliği kendi içinde geliştirmeyi koyabilir. Bu yaklaşım ona daha çok objektiflik ve kendi kimliğini korumak için yeterli duygusal mesafe sağlar ki bu da ilişkinin her iki kişi için daha pürüzsüz ve dürüst biçimde yürümesine yardımcı olacaktır. Bu, ayrıca, bu insanın arzın farkında kalmasına da yardımcı olur. Nasıl ona doyum verecek birçok potansiyel dostluk ve zevk alacağı birçok potansiyel iş varsa, aynı şekilde onun doyum verici bulacağı birçok yakın ilişki de vardır. Bu yüzden, eğer içinde bulunduğu ilişki inciticiyse, o bu ilişkiyi bitirme şansını kullanabileceğini asla unutmamalıdır.”
Evet, alıntıda bahsedilen daha doğrusu benim algıladığım herhangi bir yakın ilişkiden bahsediliyor. Öyle olunca tüm yakın ilişkilere bakmak gerekiyor. Ben bakıyorum ve anlıyorum ki çok kan kaybetmişim. Şu andan itibaren kendimden kendime buradan çıkabilmek adına çok şey söylüyorum. Attilâ İlhan diyor ya,”Ne kadar azdır yaşadığımızdan, yaşadığımızı sandığımız.” ‘’Söylediklerimizle değil, söyleyemediklerimizle varız,’’ demiş Kerem Alışık da bir röportajında. Bilinen bir şey de olsa nereden alıntıladığımı yazmadan geçemiyorum.
Uzun lafın kısası; ben gücümü geri almaya niyet ediyorum. Kendi siyasi bakış açımı ‘bence’ diyerek yaşama geçirme hakkımı kullanıyorum. Masal Anlatıcılığı ile ilgili yoğun uygulamalar yapıyorum. Yine bir imgeleme çalışmasında bir zürafa sembolü ile başladı bu niyet. Nasıl mı?
Zürafanın sembolik dilini araştırdığım kitapta* yazan çok ufak bir pasajı gelin birlikte yorumlayalım:
“Zürafa, boyu ve boynuyla hayvanlar âleminin karada yaşayan en uzun üyesidir. Boynunun uzunluğu nedeniyle beyne kan ulaştırmak için kalbi hem büyüktür hem de daha fazla çalışır. Boynu yüzünden ses tellerini doğru kullanamaz. Sadece çiftleşirken öksürüğe benzer bir ses çıkarır. Dili siyah renkte ve yaklaşık 50cm kadardır. Kulaklarını diliyle temizleyebilir.
Bu özellikleriyle bedenin sağı solu, aşağısı ve yukarısı arasındaki dengeyi anlatır. İfade merkezi olan boğazın da bulunduğu boynu ve dili oldukça ön plana çıkmış hatta onu ünlü yapmış olmasına rağmen sesi çıkmayan bu hayvan, bazen çok ön plana çıkmaya çalışan veya çıkan yönlerinin zayıflık yaratabileceğini hatırlatır.”
Ben de ses tınısı, diksoyunu ve alt yapısı uygun bir hatunken boynumla ilgili yaşadığım sorunların bir tesadüf olduğuna inanmıyorum. Öğrenilmiş çaresizliklerim ‘ kan kussan da kızılcık şerbeti yuttum’ diyeceksin öğretileriyle katlana katlana o kadar kemikleşmiş ki, -‘önünü keselim hemen‘ öyle yerleşmişti ki – buradan yumuşak yumuşak çıkmayı öğreniyorum. Sertleştiğim zaman canım yanıyor.
Hadi gelin işi tatlıya bağlayalım. Hiç kıçınız başınız oynamasın; o masallarda kral kraliçeler olduğu gibi cadılar canavarlar da var. O bahsedilenlerin hepsi de bizim içimizde mevcut. Hiçbirimiz muaf değiliz. Sadece seçim hakkımız var. Dolayısıyla hangisini besleyeceğimize biz karar veriyoruz. Ben zürafa başta olmak üzere temas halinde olduğum tüm hayvanlar âlemini özenle besliyorum. Sembolik armağanlarını kabul ediyorum ve yola devam diyorum. Teşekkürler.
*Alıntı:’ Sırlar Bohçası’ Meltem Reyhan