(Bu yazı dizisinin ilk 4 bölümünde İslam dini dışındaki dinlerin ve sistemlerin farklı ırklara mensup insanlar arasındaki beşerî ilişkileri eşit bir şekilde düzenleyen kurallar ortaya koyamadığını, “Millet” teriminin yirminci yüzyılın başlarına kadar “din” olarak kullanıldığını, ilk ırkçının şeytan olduğunu, Peygamberin soyundan gelse bile takva dışında bir üstünlük olmayacağını, Allah’ın takva dışında bir üstünlük kabul etmediğini, anlatmış ve konu ile ilgili ayet ve hadislerden örnekler vermiştik. Konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz.)

Atalar fetişizmi, bir yandan hür düşünceyi ve doğru tercihler yapmayı engellerken öte yandan haksızlıklara, adaletsizliklere, hatta hak dinden sapmaya bile götürdüğü için Kur’an-ı Kerîm’de birçok ayetle yasaklanmış, böylece insana hür düşünceye dayalı seçimler yapma imkânı getirilmiş, insanın atalarının ve ırkının körü körüne takipçisi olmasının önüne geçilmesi istenmiştir.[1]

Kur’an-ı Kerîm’e göre insanlar renk, cinsiyet ve coğrafya farklılığı gibi fiziksel sebeplerle değer kazanmazlar. Sadece takvaları ölçüsünde birbirlerine göre değerli olabilirler ki bu da Allah katındadır.  Yani bunun karşılığı da dünyada değil ahirette ortaya çıkacaktır.

İnsanların kavimler halinde yaratılmasında, dillerinin ve renklerinin farklı olmasında çeşitli hikmetler bulunduğu ve bu durumların, düşünenler için birer ayet olduğu şu ayetlerle izah edilmektedir:

“Her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir.”[2]

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.”[3]

İslam, insanlar arasındaki soy, cinsiyet, bedensel engel, ten rengi vb. farklılıklardan dolayı insanları aşağılamayı ve onlarla alay etmeyi şiddetle yasaklamıştır.[4]

İslam dini İslam kardeşliğini esas aldığından küfrü imana tercih edenler bırakın ırkdaş olmayı, insanın babası ve kardeşleri bile olsa onları dışlamakta ve müminlerin onları kendilerine veliler etmemesi emredilmektedir. Hatta Müslüman olmayan baba ve kardeşlere uyanların zalimlerin ta kendisi olduğu belirtilmektedir.

“Ey iman edenler, eğer imana karşı inkârı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zalimlerin ta kendileridir.”[5]

Miras hukukunda bir akrabanın varis olabilmesinin ilk şartı mümin olmaktır. Müslüman olmayan evlat varis olamadığı gibi, Müslüman olmayan ebeveyn de çocuğuna varis olamamaktadır.

İslam kardeşliğinin önemi bakımından Bedir Savaşındaki bazı durumları göz önünde bulundurduğumuzda meselenin daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. Şöyle ki bu savaşta Mekkeli müşrik Kureyş ordusunun sancaktarı, Zürare b. Umeyr iken onun kardeşi Mus’ab b. Umeyr Müslüman Muhacirlerin sancaktarıydı. İki kardeş asabiyet ve kavmiyeti değil dinlerini esas alarak karşı karşıyaydı. Keza Hz. Ebubekir’in bir oğlu kendi yanında, diğer oğlu Abdurrahman ise babasına karşı savaşmak üzere karşı tarafta idi. Ebu Huzeyfe, Hz. Peygamberin yanında olduğu halde kardeşi Velid müşriklerin safında savaşmak üzere bulunuyordu. Hâsılı müşrik ordusundaki birçok kişi, Müslümanların yakın akrabalarındandı.[6]

Hatta Hz. Peygamberin amcazadesi, Ebu Talib’in oğlu ve Hz. Ali’nin büyük kardeşi, Akil, kardeşi Ali’yi ve amcası oğlu Hz. Muhammed’i öldürmek üzere Bedir’de idi.[7]

Bu örnekten de anlaşılmaktadır ki İslam, kavmiyetçiliği ve ırkçı milliyetçiliği değil “İslam Milleti” tabiri ile ifade edebileceğimiz din kardeşliğini esas almıştır. İşte bu bakımdan diyebiliriz ki:

“Müslüman, kavmiyetçi değildir; kavmiyetçi Müslüman değildir”

Netice itibarıyla İslam dini medeni münasebetlerde kan bağı üzerinde bazı hukuki ilişkileri düzenlerken; aile bağlarının hukuksal, toplumsal ve siyasal ilişkilere karıştırılmaması için bazı müeyyideler koymuştur.

Öncelikle üstün ırk düşüncesini ortadan kaldırmış, iman bağının yanında, asabiyet ve akrabalık bağlarının önemsiz olduğunu belirtmiştir. Birleştirici unsur olarak miras yoluyla kuşaktan kuşağa geçen milliyeti değil, özgür iradeyle tabi olunan inancı esas almıştır.[8]

Yukardaki ayet ve hadislerden de anlaşılmaktadır ki İslam, kan bağını iman bağına tercih etmez; aksine iman bağını esas alır.

Şu olay asabi milliyetçiliğin anlaşılması bakımından ilginç bir örnektir:

Kabile taassubuna sıkı sıkıya bağlı Talha en-Nemeri, Yemame şehrine gelip peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan kendi kabilesine mensup Müseylimetü’l-Kezzab ile konuştuktan sonra şöyle der:

"Şehadet ederim ki sen hiç şüphesiz yalancısın, Muhammed ise doğru söylemektedir. Fakat Rebia kabilesinin yalancısı, bana Mudar kabilesinin doğru söyleyeninden daha sevimli gelmektedir."[9]

Bu olay açıkça göstermektedir ki kavmiyetçilik ideolojisinde kendi ırkına ait birinin haksız olması durumunda bile hakikatin önemi yoktur. Asabi milliyetçilikte önemli olan kişinin doğruluğu değil, sana yakınlığıdır.[10]

(DEVAM EDECEK)

Not: Daha fazla bilgi için Çıra yayınlarından çıkan “TARİHTEN GÜNÜMÜZE IRKÇILIK, MİLLİYETÇİLİK VE İSLAMOFOBİ” adlı kitabımı tavsiye ederim.


[1] R. Şentürk, Kadir Canatan, a.g.e.

[2] Maide, 5/48.

[3] Rum, 30/22

[4] Hucurat, 49/11.

[5] Tevbe, 9/23

[6] Ammed Cevded Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, C.1, S. 107-108

[7] Ahmet Önkal, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, S. 264.

[8] Abdulkerim Bingöl, Kur’an’ın Milliyetçiliğe Yaklaşımı, Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2017, C. 5, Sayı 3.

[9] Osman Keskioğlu, Kur’an-ı Kerim Bilgileri, TDV Yayınları, Ankara, 1993, s. 184.

[10]A. Murat Fırat, a.g.e.