Devamlı telefonum çalıyor…

Duydun mu olanları gardaş?

Okudun mu haberleri?

Seyrettin mi filmi?

Işıklar kapanıyor…

Perdeler açılıyor…

 

***

 

Piyasanın “üç film birden” sinemaları…

Konusuz, uygunsuz ve ucuz senaryoları…

Kurgu aynı, sahne aynı, oyuncuların isimleri farklı…

Dün genel başkandı, bugün genel başkan yardımcıları…

Sırada ne var? Kimlerin ipleri, kimlerin ellerinde? Belli değil…

Vizyona girdikçe bas düğmeye, izle maceraları…

İşte memleketin siyaset manzaraları…

 

***

 

Sizce, suç kimde?

Oyuncularda mı, yapımcılarda mı?

Seyircilerde mi acaba, reytingci yayıncılarda mı?

Yoksa fikri erozyona uğramış sanatsal kurumlarda mı?

 

***

Mevzu derin ve hassas…

Kirli ilişkiler ve sergileme metotları…

En az aktörlerin karakteristik yapısı kadar,

Usul ve kaidelerin seviyesizliği de sorgulanmalı…

 

Malum, günümüzün geçerli siyasi argümanları gelişti…

Başarı ölçme yöntemleri, değerlendirme kriterleri değişti…

İçki içen-içmeyen, laik olan-olmayan, zina yapan-yapmayan…

Veya namaz kılan-kılmayan, başını kapatan-kapatmayan gibi…

Ayrışmalar, kamplaşmalar, karşılıklı sataşma ve çatışmalar pekişti…

 

Bardağın dolu tarafının hiç önemi yok...

Boşluğu ve zafiyeti gören belden aşağı vuruyor…

"Bizden olmayan, adam değildir" mantığıyla darbeler iniyor…

Tespitler nasıl yapılıyor? Ya aleni anlaşılmayacak özellikler?

Kolayı var, her kuytuya telekulak, her tepeye cingöz yerleştiriliyor…

Sevinci ve öfkesiyle, hırsı ve nefsiyle, doğrusu ve eğrisiyle…

Sonuçta insan bu, robot değil ki… Kurtuluşu var mı?

 

Önceden yerin kulağı vardı, şimdi teknolojiyle birlikte sanal gözü de oldu.

Aldığın nefesi duyuyor, attığın adımı görüyor… Ve ötesi, hükmünü de veriyor.

Yozlaşmış kültürün uşaklarınca televizyonlarda röntgen evleri bile kuruldu.

Ve özel yaşamın mahremiyeti tüm çıplaklığıyla ekranlardan sunuldu.

Ne dediniz, insan hakkı mı? Hakkı sizlere ömür, bu dünyadan kurtuldu...

 

Birinin bakışlarına rastgelsen göz ile, tenine değsen el ile taciz…

Es kaza tökezleyip üstüne düşsen, bittin… Fiili tecavüz…

Halkımız psikolojik baskılarla, şantajlarla ürkütüldü...

Niyet okuyucular tarafından örselendi özgüvenimiz…

 

Kendi eşlerimize dahi dışarıda dokunamaz olduk…

El ele tutuşup, yan yana yollarda yürüyemez olduk…

Fişlenme korkusu kalplerimize vurulmuş prangadır…

Özlediğimiz sevgiye hasret, şefkate muhtaç olduk…

 

***

 

Elbette kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalı…

Ama siyasi rekabetin yöntemi aşağılayıcı olmamalı…

Alem-i cihana yaymak değil ayıbı, örtmek marifettir

Tuzağa düşene ceza kesilirken, düşüren ödül almamalı…

 

***

 

Siyaset bir sanattır

Yönetmek, idareyi sağlamaktır…

İhtivasında “ülkü ve mücadele” esastır...

Ülkü’süz insanların mücadelesi ancak çıkar amaçlıdır…

Yani, akıllarınca güttükleri sürünün eti, sütü ve yününden faydalanır.

Bu durum, “uyutma ve yanıltma” hünerleriyle “politika” riyakârlığını doğurmaktadır.

Ülkü`süz yaşayan, politikayı menfi ihtiraslarını alalayan zırhlı bir duvar gibi kullanır.

Böylelikle eğitim, bilgi, fikir, kültür, üretkenlik, vefa, edep ve hayâ açığını kapatır.

Mukayeseyi sevmez, eleştiriye katlanmaz, işi gücü yalakalıktır.

Kuyruğuna basıldı mı ne küçüğü bilir, ne büyüğünü tanır.

Rakiplerinin hiç şansı yok, anında ayaklarını kaydırır.

Onunla da yetinmez hain damgasını yapıştırır.

Nazarında nitelikten çok, nicelik önem taşır…

Ha baş, ha kelle... Hepsi kuru kafadır…

Gürültüdür sözleri, duygudan uzaktır…

Yüzleri aşina ama özü yabancıdır…

 

***

 

Peki… Ülkücü ile Ülkü’süz insan nasıl ayırt edilebilir?

Aynı siyasi çatı altında yaşıyorsanız çok zor…

Pirinçteki beyaz taşı ayıklamaya benzer…

Ancak dişinize değdiğinde anlarsınız…

Öyle ki acısı yüreğinizi sızlatır…

Tıpkı kaset vakası gibi…

İçin için yanarsınız...

Ağlarsınız...

 

 

    Ali YAŞAR