Bugün düzenli aldığım Pozitif dergisinden bir alıntıyla başlıyorum yazıma. ”Siddhartha Gautama ve Yaşamına Dair” başlıklı Dr. Neslihan İskit’e ait bir yazının giriş bölümü bu alıntı:

“Buddha(Buda) kelimesi, Sanskritçe budh yani “uyanmak” köküne dayanır ve “uyanmış kişi” anlamına gelir. Siddhartha Gautama da yürüdüğü manevi yolda çektiği ıstıraplardan sonra tamamen uyanmış bir adam olarak “Tarihi Buddha” adını alır. Tarihi Buddha, başta diğerleri gibi bir adamdır. Ancak onu istisnai kılan, çıkmayı göze aldığı yol ve yüzleşmeye cesaret ettiği gerçeklerdir.”

Yazı daha ayrıntılı biçimde yaşamı ve öğretileri üzerine devam ediyor. Merak edenler alıp okur diyelim ve bugünden geçmişe gidip başlığa ters köşe yapalım. 2009 yılında oğlumla ilgili yaşadığım sorunları yakından bilen samimi bir arkadaşım Hermann Hesse’nin “Sıddhartha” adlı eserini önermişti ve alıp okumuştum. Dergide bu bahsettiğim yazıyı okuduktan sonra kitabı (Allahtan dağıttığım kitaplar arasında değilmiş) tekrar okudum.

 Bu iki okuma arasındaki fark biraz canımı acıttı dersem yalan olmaz. İlkinde tamamen ebeveyn kimliğim üzerinden okuma yapmışım, bugün fark ettim. O gün için o rol öncelikli olduğundan mesajları oradan algılamışım. Bugün oğlum öldüğü için Özlen olarak okuduğumda aldığım mesajlar ise çok değişikti. Şaşırdım kaldım önce. Sonra bu rolümü yaşarken yaptığım bazı tespitler yetişti imdadıma. Bak buralarda da şöyle şöyle olmuştu, telaşa gerek yok diyerek teskin ettim kendimi.

Tabii bu tespitler canımın acımasına engel olmadı. Gerçekten o kadar ebeveynlik rolüm öndeymiş ki oğlum ölünce amiyane deyimle ‘ortada piç gibi kaldım’ diye boşuna söylenmiyorum. ”Herkes tarafından terk edilmek” bu amiyane deyişin anlamı. Fakat içimi soğutma, isyanımı ifade etme konusunda zayıf düşüyor anlamı. Onun için ağız dolusu küfredercesine söylediğim amiyane deyiş bana daha iyi geliyor.

‘Terk edilmek’ ise benim ilişkilerime yüklediğim bir bakış açısıymış bazı öğretilere göre. Bunun kökeni de yine çocukluğumuza dayanıyormuş. Örneğin benim gibi erkek beklenirken kız doğmuş bir evladın ‘seçilmemiş’ olmaya dair ön kabulü her ilişkisinde çıbanbaşı oluyormuş. Hadi gelin –mış gibi yapmayı bırakayım. Deneyimle sabit, öyle oluyor. Kendini her grup içinde ‘seçilmemiş’ hissedip o çok istediğin ait olma duygusunu doyasıya yaşayamıyorsun. Yılgınlığa kapılıyorsun.

Bunun pratik çözümü olarak bu öğretilerde önerilen ise; ’yaşam beni seçti’ ve ‘dünyaya geldim, en önemlisi bu’ demekmiş. Dile düşen gönlüme de düşsün inşallah. Yol uzun hayat kısa. Kolaylıkla, sevgiyle, neşeyle dolsun gönlüm, yolum. İsteyenlere de ulaşsın. Nazım Hikmet’ten konuya teğetmiş gibi de görebileceğiniz dizelerle noktayı koyalım:

“Hani derler ya; ben sensiz yaşayamam, diye. İşte ben onlardan değilim. Ben sensiz de yaşarım ama seninle bir başka yaşarım.”