Olmamam gereken bir yerdeymişim gibi hissediyorum kendimi, azmimden dolayı kutlandığım her alanda. Ya da yazarak olmaz önemli olan uygulamaktır diyen bir sürü otorite yerine koyduğum insanların sözü geldikçe aklıma yine karışıyor kafam. Çünkü benim en iyi bildiğim o her neresiyse orada olmak ve yazmak. Yani ancak elimden gelen bu. Olsa dükkân senin demek geçiyor içimden amiyane deyimle.

Biraz önce şöyle bir isyan yükseldi içimden elimdeki kitabı okurken; ‘’Yeter artık içim dışıma çıktı!’’

“Belki de, babaları biraz daha sevsin diye çocuklar ellerini ateşe uzatmayı erken öğreniyorlardı.”

 Cümlesini okur okumaz böyle bir isyan yükseldi içimden. Cümle, bir romandan alıntı. Artık okuyucuya da mal olduğunu düşünerek gerek duymuyorum alıntıyı yaptığım eserin ve yazarın adını zikretmeye. Kul hakkına girmemek dileğiyle bu ayrıntıyı dillendiriyorum. Ayrıca çok iyi niyetli olarak takdirlerimi sunma arzusu var ama zaten yeterince yeri zamanı denk geldikçe bunları paylaşıyorum. İşte böyle ayrıntılara girince duygunun yoğunluğu kayboluyor.

Cümlenin dozu azaldı birden. Bu bir yandan iyi ızdıraba dönüşmeden geçiyor o kavurucu acı, bir yandan da kötü; halının altına süpürmek gibi eninde sonunda o tozlar ortaya çıkacak. Onun için başlığı “olmalı mı olmamalı mı” diye attım. Kararsızım aslında. Bu iki şık arasında gidip geliyorum. İnşallah bir üçüncü şık da görünür olur.

Alıntıya dönecek olursam; bir içki masasındaki çocuğun babasıyla tanıklık ettiği bir alandan bahsedilmiş. O kadar tanıdıktı ki benim için. Ayrıntılara girip dağıtmayacağım konuyu. Paragrafın en son cümlesi o ellerini yakan ve babasına üflemesi için uzatan çocuğun:

“Belki de, babaları biraz daha sevsin diye çocuklar ellerini ateşe uzatmayı erken öğreniyorlardı.”

Cümlesinde odağım.

Öylesine içime işledi ki... Hangi bir ateşi anlatmak gerekir, bilemedim. İlk aklıma gelen kim bilir kaçıncı kez gündeme geliyordur bilemeyeceğim ama ben ortaokulda yediğim tokattan bahsetmek istiyorum yine. Orada bir şeyin çok önemli olduğuna inanıyorum çünkü. O da ilk ve son defa altıma işemem. Öylesine doğal bir tepkinin utanca dönüşmesini istemiyorum artık. Belki koskoca kızdım ama çok korkmuştum. Beklemiyordum ayrıca. Çünkü konuşan ben değildim ve sadece korumak adına arkadaşlarımı uyarırken yakalanmıştım. Üstelik bir ‘İstiklal Marşı’ töreniydi yani tüm okulun önünde yaşanmıştı. Düşünün koca okulun önünde yaşanıyor ama ben onları öyle bir silmişim ki görüntüde hiç yoklar. Keşke bu silme gerçek şekliyle yaşanabilseydi. Yani ben elalem ne der kaygısından uzak onları yok sayabilseydim. Yok saymış gibi yapmışım. Nasıl?

Okulu bırakmam söz konusu değil başarılı bir öğrenciyim, aileme ne yalan söyleyeceğim. Gerçeği ise babamın kadeh arkadaşı olan okul müdürüyle ilişkisini bozacak diye söyleyemiyorum. Böylece herkes derse girdikten sonra okulun arkasındaki boş arsadan koşarak derse giriyorum haftalarca. Yani diğerleri yokmuş gibi halının altına süpürüyorum niceleri gibi. Çünkü bu ne bir ilk ne de son. Onca ateşten biri sadece. Yaşanan ve yaşanmaya devam eden ise kaçmak, savaşmak, donmak.

İşte amigdalanın işlevleri bunlar; kaçmak, savaşmak, donmak. Elimdeki kitaplardan diğer birine bağlıyorum buradan konuyu. Beynin tehlikeye karşılık verme biçimine oldukça geniş yer verilmiş ‘ Duygusal Savrulmalardan Kurtulmak’ adlı kitapta. Dr. Patrıcıa E. Zurıta Ona yazarı. ‘Çok hissedenler’ için kabul ve kararlılık terapisini kapsıyor kitabın içeriği. Benim hoşuma giden birkaç noktayı uzun uzadıya alıntılamamak için bir giriş yapayım.

 Örnekleme üzerinden gidilmiş. Hipotalamus kediye, amigdala tavşana ve hipokampüs kaplumbağalara benzetilmiş. Normal işleyişinde herhangi bir tehlike anında işlevlerini yerine getirmekte örneklerdeki eşleşmeler gayet yerinde. Fakat ‘çok hissedenlerde’ bu düzenleyici süreç öyle işlemiyor. Aynen aktarıyorum:

“Çok hissedenler çığlık atmaya ve hipokampusa ‘ tehlike’ diye bağırmaya devam eden aşırı aktif bir amigdalaya sahiptir. Hipokampüs zaten biraz daha yavaştır ve amigdala kapandığı için de çok daha yavaş hale gelir, bu yüzden prefrontal korteks ile gerçekte ne olduğunu kontrol etmek ve tepkisini yeniden ayarlamak için uygun şartlar bulamaz. Böylece çok hissedenlerin durumu amigdalanın insafına kalmış olur. Bu nedenle duyguları çok yoğun bir biçimde yaşarlar.”

Diye uzayıp gidiyor bölüm. Arzu eden alıp okur diyelim ve şu an bu yazıyı okuyan sizlere de bir not düşelim:

“Çok hisseden biri olarak geçmişime b.k atmak değildir niyetim. Yalnızca bugün bildiğim şekliyle acılarımı sağaltıp ikmale kaldığım derslerimden sınıfı geçmektir âcizane dileğim. Sorumluluğumu alıp dengede yaşamaktır her bir duygumu ve bedenimde yerleşmelerine izin vermemek, böylece bedenime zarar vermelerini engellemektir. Çünkü çok iyi biliyorum beden salak değil ve dilini öğrenirsen sana gerçekleri söylüyor. Tabii anlayabilen için. Anlayabilenlerden eylesin Rabbim.”

Başlık hazır anımsatmışken gelin şarkının sözleriyle bitirelim yazıyı:

Olmalı mı olmamalı mı?

Yoksa hiç değişmemeli mi?

Ama ben değişmezsem, ben olamam ki

Görmeli mi görmemeli mi?

Yoksa hiç bakınmamalı mı?

Ama ben bakınmazsam, hiç göremem ki

Sevmeli mi sevmemeli mi?

Yoksa hiç beğenmemeli mi?

Ama ben beğenmezsem, hiç konuşmam ki

Bilmeli mi bilmemeli mi?

Yoksa hiç öğrenmemeli mi?

Ama ben öğrenmezsem, hiç olamam ki

Olmalı mı olmamalı mı?

Yoksa hiç değişmemeli mi?

Ama ben değişmezsem, ben olamam ki

Besteciler: Ohannes Tuncboyacı / İbrahim Bülent Ortacgil