Bizler de bizden öncekiler gibi işte geldik, gidiyoruz dünyadan. Geçtiğimiz yollara dönüp baktığımızda değişimimizi, dönüşümümüzü, duruşumuzu, kararlarımızı ve de yaptığımız seçimleri görürüz. Aslolan bugünlere nasıl geldiysek sonrası için nasıl gideceğimizi belirlemektir.

Yolcuktur bizi ilerleten. Ömür adını verdiğimiz zaman sarmalı içerisinde gidiyoruz, bildiğimizi sandığımız bilinmeze. Gitmeler vardır mutlu ve huzurlu;  gitmeler vardır Ahmet Kaya’nın şarkılarıyla “Acılara tutunarak”... Noktamızın ne zaman konulacağı belirsiz ilerliyoruz. Bunu sürünerek, emekleyerek, yürüyerek, koşarak yapanları da görüyoruz. Yan yana gitmelerin unutulduğu bir düzende altta, üstte, sırtta gidenleri de.

Yorulduğumuz yerde bir soluklanmak gerekir bazen. Geçmişimizle geleceğimiz arasındaki köprü olsa yorgunluğumuz, dönüp de geriye bakmayı hatırlatmalı. Yaşanmışlıkları düşünüp sonraki gitmeleri şekillendirmeli. Durmak, soluklanmak işe yaramalı bir anlamda, rehberlik etmeli kalan ömrümüze. Tecrübe adı ne güzel yakışmış yaşanmışlıklara. Biliyoruz ki cehalet bilmek, sormak, araştırmak kadar yaşadıklarımızdan ders almakla törpülenir. Her şeye rağmen acılara tutunarak ilerlemek kaderciliğe kapı aralamak değil midir? Başka dünyanın cenneti için cehennemi yaşamak mıdır payımıza düşen... Sadece durmakla değişmezmiş hiçbir şey. Kendi yazdığımız senaryonun başrolünü kendimiz oynamadıkça hep figüran kalacağımız ortadadır.

Yaşamayı nefes almaktan, karnımızı doyurmaktan ibaret zannettiğimiz bir dünya düzeninin hâkim olduğunu görüyoruz. Ne istediğimizi bilmek nasıl yaşayacağımızı da belirliyor. Yola çıkmadan önce hangi adımı atmak gerektiği önemlidir. Varlık nedenimiz “Yemek için yaşamak mı, yaşamak için yemek mi?” Dünya’da milyonlarca insan yaşadı ve öldü. Mutlu azınlık karşısında mutsuz çoğunluk… Ve bir bir ayrıldılar adına yaşamak denilen hayatta yaşamadan.

Bizi doğadaki diğer canlılardan ayıran en belirgin özelliklerden biri de hayatımızın merkezine neyi koyduğumuzdur. Bitki ve hayvanlarda belirgin olarak hayata tutunmanın dışında bir mücadele göremeyiz. İnsan yaşamında ise kurallara bağlı olarak sosyalleşme ve kendini gerçekleştirme süreci vardır. Bunlar bilim, kültür ve sanat faaliyetleriyle birlikte insan hayatına artı değer katar. Bu aynı zamanda işin konfor boyutu gösterir.

Çoğu toplum için her daim görmezden gelinen, çok da önem verilmeyen husus bu konfor boyutudur. Lüks olarak nitelenen artı değerler sadece refah düzeyi yüksek olan, zenginlik içindeki yüzen karar vericilere has bir olgu olarak yaygınlaşıp normalleştirilmektedir. Kişilerin varlık sebebini tanımlayan güç odakları aynı zamanda onların neye ihtiyacı olduğunu da belirlemektedir. En başta yaşamak için yemekle; yemek için yaşamanın anahtarını kendi elimize almak zorundayız.

Sevgili Che, “Yalnızca köleler efendisinin ve kendisini yönetenlerin sarayı ve servetiyle gurur duyar; beynini kullanmaktan aciz her insan zincirsiz köledir!” derken nasıl ve hangi şartlarda yaşadığını bilmekten, düşünmekten aciz milyonları kastetmiştir. Çoğu birey hayatının önemli bir kısmını sadece barınma, korunma, biyolojik ihtiyaçlarını karşılamakla geçirmektedir. Tüm hayatını konfordan yoksun sürdüren ve bununla yetinmeyen Che’nin bahsettiği zincirsiz köleler; dünyanın zenginliklerinden, refahından fazlasıyla yararlanan iktidar ve çıkar odaklarına hizmet etmekten ayrıca gurur duymaktadırlar.

Aldous Huxley’in “Eğer mutluluğunuz bir başkasının yaptıklarına bağlıysa, çok ciddi bir sorununuz var demektir.” sözü bizi problemlerimizle yüzleşmeye sürükleyebilir. Kendi savaşını vermekten aciz; sünepe, korkak bireyler, bir kahraman yaratma peşindedirler. Sonrasında Süpermen’in etrafında kümelenerek toplu halde hem de alkışlar eşliğinde imdat çığlığı atmaya başlarlar. Evet, bir sorun var. Aslında bu sorunu görmemek/göstermemek gibi daha büyük bir sorunumuz da var.

Bu sorunlar sarmalı dünyayı nasıl algıladığımızla doğrudan bağlantılıdır. Dikkat edilirse algılarımızın çoğu gözlemlerimizle anlam kazanmaktadır. Hayatın akışı içerisinde karşılaştırmalar yapmak hemen herkesin en basit anlamda ölçme değerlendirme yapabileceği bir araçtır.  Neticede ben/biz ve ötekileri yan yana getirmek hiç de zor değildir. Bu hem bireyi hem de toplumu, yaşam kalitesi adına bir noktaya taşıyacaktır.

Kendimizi, özümüzü var edebilmek kadar kabul ettirebilmek gibi bir misyon da üstlenmek zorundayız. Birilerinden bir şeyler istemenin yanında almak için de çaba gösterilmelidir. Biliyoruz ki insanca, kimseye muhtaç olmadan, sağlıklı ve mutlu yaşamak, mücadele sonucu elde edilir. Demokratik ve insanca yaşam hiçbir dönemde altın tepside sunulmamıştır. Halk kendi gücünün farkında olmadığı sürece kurtuluş her zaman yılan hikâyesine dönüşecektir. Böylece umudu fakirin ekmeği yapmak çıkar odaklı güçler için kolay ve ucuz bir yöntem olmaya devam edecektir.

Halkların topyekûn kalkınma adına verilecek mücadeleyi belli başlı kesimlerin veya kişilerin sırtına yüklemesi yine temel sorunlarımızın başında gelmektedir. Bu tutumla hareket eden geniş halk kitlesi övündükleri değerlerden uzaklaştığını fark edemiyor. Oysa bunun kendilerini hem çıkarcı hem de aciz görmekten/göstermekten öte bir karşılığı yoktur. Halk hareketi, halkın gücü, halk dayanışması kavramları bu çerçevede karşılık bulmaktadır.

Hayal gücümüz, ne istediğimizi bilmekle ete kemiğe bürünür. Bu beklentileri sınırlayan/sınırlanalar ise daha çok gelişmemiş, az gelişmiş ve de gelişmekte olan diye adlandırdığımız toplumlarda karşımıza çıkmaktadır. Bu ülkelerde yaşayan nüfusun büyük bölümünün yaşam mücadelesi, temel ihtiyaçlar ölçeğinde sınırlanmıştır. Bunu değiştirmek kısa vadede elbette mümkün değildir. Burada sorguladığımız husus; toplumun hemen her şeyi değiştirebilecek güce sahip olmasına rağmen; neden uyumayı, uyanıkken de susmayı tercih ettiğidir.

Dünya ölçeğinde ekonomik, ekolojik, sosyal, hukuki, insani sorunlar hat safhadayken, 2. ve 3. sınıf toplumlar bunu görmezden gelerek boyun eğmeyi tercih edebiliyor. Bazı yarı demokratik ülkelerde basit kriterler/ilkeler doğrultusunda seçimler yaparak insanca bir yaşam standardı yakalayabilmek az da olsa mümkün görünüyor. İmkânların olduğunu bilip de bunu seçimleriyle ret eden toplumların baskı altında, ayrışarak, zor bir hayat sürdürmesi özellikle demokratik ülkelerce şaşkınlıkla karşılanmaktadır. Her şeye rağmen cehalette ısrarlı davranmak neyle açıklanabilir bilemiyorum.

Belki de herkese altı ay ömür biçmeli doğamız. Hızlı ve dolu dolu yaşamayı öğretmeli büyükler. Kalkmalı sınırlar, gezilmeli dünyanın güzellikleri. Havasını, suyunu, toprağını hissetmeli en derinden. Savaşa, yalana, nefrete, vakit kalmadan bitmeli zaman. Kısa sürmeli açlığımız, tokluğumuz, zenginliğimiz. Kavgadan uzak yaşamalı bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…

MESUT  AKÇA