Ustasının“Kader nedir?” sorusuna verdiği yanıt şu olmuş:

“Kader kumaştır, kumaşı değiştiremezsin. Ama o kumaşla ne yapacağına sen kendin karar verirsin.”

Bu sözleri kimin kime ne zaman söylediği önemli değil. ‘Kumaş’ ya da ‘malzeme’ sözcükleri yaradılışımızla ilgili zaman zaman duyduğumuz benzetmeler. Çok kullanıldığı için klişe gibi gelse de bence içleri dolu dolu. Bana da iki kere ayrı zaman dilimlerinde, farklı profesyoneller tarafından söylendi. Biri bir sorumun yanıtı olarak gelmişti; ”Kumaşın güzel dokunmuş.” Buradaki güzel ile kastedilen bahsetmek istemediğim bir konuda anne ve baba tarafından da gelen genlerin baskınlığına dair  ‘etken’ anlamında söylenmişti. Diğeri ise; değiştirmeye çalıştığımı kişi için altı çizilerek söylenen “Malzeme bu! Bu malzeme ile ne yapacağına sen karar vereceksin,” gibi sert bir çıkıştı. Tabii o zamanlar canım yandığı için ben de o kapıdan bir çıktım, çıkış o çıkış...

Evet, her zaman bir seçim hakkımız var. Görmeye, duymaya ve uygulamaya hazırsak tabii.

Bu savımı destekleyici olduğuna inandığım bir alıntıyla devam edelim yazımıza:

“Edith Hamilton’un ‘ Mitoloji’ adlı eserindeki Orestes ve Yılan Saçlı Cadılar’la ilgili büyük Yunan efsanesinde güzel bir biçimde ifade edilmiştir. Orestes, kendisinin tanrılardan daha güçlü olduğunu kanıtlamak için zalimce davranan Atreus isimli bir adamın torunuydu. Tanrılar, kendilerine işlediği suçtan dolayı Atreus’u cezalandırmak için onun tüm soyunu lanetlemişlerdi. Bu lanetin bir eseri olarak Orestes’in annesi Clytemnestra babasını ve kocası Agamennon’ u öldürmüştü. Bu cürüm de laneti Orestes’in tepesine getirmişti, çünkü Yunan ahlak kurallarına göre, bir oğul babasının katilini öldürmek zorundaydı. Ancak bir Yunan’ın işleyebileceği en büyük günah ana katili olmaktı. Orestes ikilemi yüzünden azap çekiyordu. Sonunda yapmak zorunda olduğunu düşündüğü şeyi yaptı ve annesini öldürdü. Bu günah için tanrılar üstüne yılan saçlı korkunç cadıları salarak Orestes’i cezalandırdılar. Onları sadece Orestes görebiliyor ve işitebiliyordu; cadılar gece gündüz, korkunç görünüşleri ve bitmek bilmez eleştirileriyle Orestes’e işkence ediyorlardı.

Nereye giderse gitsin peşini bırakmayan cadılarla birlikte, Orestes bütün ülkeyi gezerek günahının kefaretini ödeyecek bir yol aradı. Uzun yıllar süren inziva ve tefekkürden sonra, tanrılara başvurarak artık annesini öldürerek işlediği günahın kefaretini ödediğine inandığını, bunun için Atreus soyu üzerindeki lanetin kaldırılmasını ve cadılardan kurtarılmasını rica etti. Tanrılar onu yargıladılar. Orestes’ i savunan Apollon, Orestes’i annesini öldürmekten başka seçeneğinin kalmadığı bir pozisyona sokan bütün durumu kendisinin düzenlediğini ve dolayısıyla Orestes’in gerçekten sorumlu tutulamayacağını belirtti. Bu noktada Orestes ayağa fırlayarak “Annemi öldüren Apollon değil bendim!” diye savunucusuna karşı çıktı. Tanrılar şaşırmışlardı. Daha önce asla Atreus soyunun bir ferdi, tanrıları suçlamak yerine böyle tam sorumluluk üstlenmemişti. En sonunda, tanrılar davanın Orestes’in lehine sonuçlanmasına karar verdiler ve Atreus soyu üzerindeki laneti kaldırdılar; ayrıca cadıları da günahları bağışlayan üç tanrıçaya(Eumenidesler’e) dönüştürdüler. Bu sevecen ruhlar bilgece öğütleriyle Orestes’in iyi talihini sürdürmesini sağladılar.”

Umut verici oldu bu mitolojik öykünün sonu. Çekilen acıların, sıkıntıların boşuna olmadığına dair bir umut bence. Belki size basit gelecek ama gündemimden bir örnekle devam edeceğim. Elimdeki kitaplardan biri Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” adlı eseri. Bahsini duymuştum uzun süre önce ama alıp okumaya çalışmak bugüne kısmetmiş. Anlayacağınız gibi henüz bitmedi. Zorlanıyorum. ’Büyülü gerçekçilik’ akımına dâhil edilmiş bir kitapmış. Masallar, türküler, maniler ve halk hikâyeleriyle örülmüş anlatımı nedeniyle eleştirmenlerce bu şekilde sınıflandırılmış. Nefessiz kalıyorum okurken ve oldukça uzun aralar veriyorum okumaya. Bitirmek istiyorum, öncelikli olarak emeğe olan saygımdan dolayı. Şeye benzettim biraz önce nefessiz kalıp kitabı bıraktığımda; ben uzun tekerlemeleri söylerken ya da sesli okumaları yaparken de böyle tıkanırdım mesleğimi icra ederken. Nefesi iyi kullanamamakla ilgili sanırım. Her ne kadar var olan alerjik astımım bunda rol oynasa da daha çok içsel bir kaynaktan zorlandığımı fark ettim bu kitabı okurken. O kadar detayına şu an girmek istemiyorum.

Kitabı okumakta beni motive eden şeylerden biri de şaşkınlıkla karışık hayranlık duygusu. Nasıl ya! İnsanlar neler yaratıyorlar ya! Sen okurken bu kadar zorlanıyorsan yazar nasıl bunu bir de yazıya dökebilmiş diyorum içten içe. Düşünseniz ya herhangi bir kopma olmadan koca roman olmuş bir tekerleme nasıl böyle akıcı biçimde yazılır dedirtti bana. Ödüm kopardı sınıfta tekerleme örneklerini sunarken dilim sürçecek de öğrenciler gülecek diye. Bir de şapkalı ‘A’lar kâbusum vardı. Öğrenciyken çok çalışmıştım ‘kâğıt’ sözcüğü üzerinden. Bugün hala zorlanırım ve hata yapmaktan çekinirim.

Ben öğretmen kimliğimin baskısı altında bu kadar ezilirken bir de yazar olma baskısını da göğüslemek var tabii yazan kişinin açısından. Zor vesselam bir eser ortaya çıkarmak. Kendin olarak bunu gerçekleştirmek. Yazar da kitabın arka kapağında dillendirmiş kendince bunu:

“...Kendi öz değerlerimi, dilimi ve birlikte doğup büyüdüğüm insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Elinizdeki roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır.”

Bu yazılar da benim direnişim kendim olabilmek adına. Ne paradokstur bunları yazabilmem için alan açmak da sizin bana armağanınız. Teşekkürler.