İçimizdeki şeytan dürttükçe yerimizde rahat durmuyoruz. Oysa bir şeyleri istemek, arzulamak yine bir şeylerden vazgeçmekle mümkün olduğu başımıza vura vura öğretildi. İsteklerimiz, arzularımız var evet. Karşımızda da buna ket vurmamızı düzenleyen devasa güçler ve değerler sistemi…

“Hey! Sana söylüyorum. Sesini yükseltmeden, efendi gibi söyle, ne istiyorsun?” tavrıyla birlikte tepeden ince bir bakış ve yarım ağız gülümseme... Padişahım çok yaşa! diyesimiz olsa da yarım yamalak bir demokrasinin yarım kalmış vatandaşlık bilinciyle:

“Hakkımı istiyorum, adalet istiyorum. Emeğimin karşılığında mutlu ve insanca yaşamak istiyorum.”

ALMAK-VERMEK-İSTEMEK paradoksu üçgenin iç açılarını hesaplamaktan daha zordur. Yetkinlik, bu üçlemenin sırrına nail olabilmekten geçiyor.  Alan mutlu olacak, veren mutsuz olacak. Bu defa sorunu kaynağından yani İSTEMEK aşamasında çözmenin yolu ve yordamı aranmaya başlanıyor. Çünkü birinin mutluluğu birilerinin mutsuzluğuyla mümkün olması ikilemine indirgenmiştir.

Peki, kimden isteniyor? Tabii ki ülkeyi bu istekleri gerçekleştirme vaadiyle gelen iktidar ehlinden, ülke nimetlerinden en fazla yararlananlardan; işçinin, emekçinin sırtından bolluk ve refah içinde yaşayıp da ahkâm kesen sermaye sahiplerinden.

Eeeey! Ülkemin garibanı, yoksulu, işsizi,  işçisi, köylüsü, emeklisi, asgari ücretlisi… Sen istiyorsun da ben veriyor muyum? İsteklerin benim nazarımda karşılığı var mı? İşte meselenin özü burada ortaya çıkıyor.  Tüm toplum ve talepleri bu kesimler aracılığıyla süzgeçten geçirilir. Senin bu istediğini hayal etmen akabinde arzulaman;  hatta mücadele etmenin bir anlamı ve karşılığı var mı? Burada derhal neden sonuç ilişkileri bağlamında gerekçeler üretme faaliyetleri başlıyor. Ekonomi, sermaye, ithalat, ihracat, almak, vermek, istemek, vazgeçmek, zenginlik, para, mal, ticaret, emek…

Önce süslü, anlamsız ve uzun cümleler etrafında ekonomi kavramlarıyla zihinler bulandırılır.  Ardından bu taleplerin toplumun iktidarlarca belirlenmiş, milli, manevi,  yerli,  geleneksel ve inanç değerleriyle tutarlı olup olmamasıyla devam edilir. Bu değerler öyle yüceltilir ki neye uğradığını şaşacak noktaya gelirsin. Var olmanın hizmet etmekle mümkün olduğuna inanırsın.

Yetmezmiş gibi çevrendekilerden başlayarak birey ve toplumun bu duygusal zenginliklerden bihaber olduğunu düşünürsün. Önceden hakkın olduğunu düşündüğün şeylerden dolayı utanırsın. Bazı emek örgütlerinin ısrarlı taleplerine karşın otoritenin yanında olmayı milli görev sayarsın. Haklı her ideolojik yaklaşımını dış mihrakların maşası olarak nitelersin. Buna müsaade edilmemesi gerektiği hususunda hemfikir olan iktidar çevreleri ve sermayeyi destekler onlarla birlikte olursun. Hatta daha ileri atılıp kahraman olma yolunda canını dahi ortaya koyarsın.

Yetinmeme neticesinde halkın yoldan çıkma ihtimalini birilerinin düşünmesi gerekmez mi?  İşte o birileri; senin çok da düşünmediğin maneviyatını, sabrını, ahretini, yerli ve milli duruşunu, değerlerini önemseyip sana rağmen bir çaba içerisine giriyor. Senin nelerden vazgeçmen gerektiğini ne kadarla yetinmen gerektiğini yaparak ve yaşatarak öğretiyor. Hem de elindeki maddi ve manevi tüm imkânlarını seferber ederek.  Değerlerimiz bağlamında hiçbir zaman yalnız kalmayacağımız kesindir. İktidar sahipleri devletin tüm kurumlarıyla arkanda duracaktır. Tüm bunlardan sonra sana düşen:  “Farkında ol ey gafiller!” demekten başka bize bir söz kalmıyor. Sonra bir şey istemekten utanmaya başlayacaksın. Hatta elinde ne kadar kaldıysa sana duyurulacak İBAN numarasını dört gözle bekliyor olacaksın.

Bunları yaparken, mantığın ve duyguların arasında gitgeller yaşayacaksın. Zihninde çeşitli sorular şekillenebilir. İnanç ve değerler bütünümüz; hak aramanın, adalet istemenin, haykırmanın yanında mı olmalı yoksa karşısında mı? Bu konuda ciddi çelişkiler bütünü içerisinde süregelmiş bir sistem mevcuttur. Bunu kimin ve niçin istediğine göre art niyetle beslenmiş bir anlayış yaygındır. İsteğin haklılık boyutunun önemi de yoktur. Benden veya bizden olanlar istiyorsa makul; diğerleri istiyorsa ardında başka gerekçeler arama hevesi içine giriliyor. Bu tutumlar neticesinde fikirsel ayrılıklar, inançsal ayrılıklar tetiklenerek birey ve toplumda ortaklaşılması gereken temel insani hak ve adalet duygusu ve yaşam standardı göz ardı edilmektedir.

Çıkış yolu “git yanımdan şeytan!” demekle çözümlenmeyecek kadar vahimdir aslında. Bu durum kimin veya kimlerin işine yaradığı yeterince sorgulanmamaktadır. Bu yüzden kişi ve toplumların ne istediğini bilmesi kadar zeki olması da önemlidir. İyiyi, doğruyu, adaleti, insanca yaşayabilecek temel yaşam standardından taviz verilmeden de inanç ve değerlerin sürdürülebilirliğine inanıp onun mücadelesi verilmelidir. Toplum üzerinde, bu ikisinin bir arada olamayacağı birinden birinin tercih edilmesi gerektiği algısı işlenmektedir.

İstemek, vazgeçirme süreçleri ve sonunda da yetinebilme becerisine sahip olmak.  Sahip olduklarının küçümsenmemeyi öğrenmek de hafife alınmayacak bir değerdir. Kutsal atfedilen değerler bütününün verdiği manevi doygunlukla da taçlandığı düşünülürse bu dünyaya sadece selam verip geçmemiz gerektiğini anlarız. Topluma düşen öbür dünyanın bol ve bereketli hayatıdır. 

Bu konuda tüm basın yayın organları gereken hassasiyeti göstermiyor değiller. İnanmaya hazırlanmış büyük bir kitle karşılarındadır. Hak olanı, hakkın olanı istemenin zorluğunu kabul eden bireyler için de bir avunma yolu olmuştur. Mücadele vermenin getireceği zorluklar karşısında cesaretten yoksundur aslında. Bundan kaynaklıdır ki uyuşturulmuş kitleler geri kalmışlığın, hak, hukuk ve adaletin, açlığın, yoksulluğun sebebidir. 

İstemek kavramı hak olandan sıyrılıp avuç açmak,  yalvarmak boyutuna indirgenmiştir. Hakkın olanın bir kısmının verilmesi sevap ve iyilik adıyla süslenip el pençe divan durmanın, sesleri kısmanın rüşveti olmuştur.   Bireyler zar zor geçinmek için gösterdiği çabanın yarısını “NEDENLERİ” üzerine düşünmekle de göstermelidir. Yarı demokratik ülkelerde az da olsa seçimlerde sonucu etkileyebilecek oranda bir kitleyi oluşturdukları aşikârdır. Tek eksiğin farkındalık olduğu söylenebilir.

Çalışanın, hakkı olduğunu düşünüp yapamadıklarını masaya koyduğunda aklıyla ne kadar dalga geçildiğini kavraması hiç de zor olmayacaktır. Bilinmektedir ki iş, aş ve adalet sağlandıkça insanoğlu daha iyisini daha doğrusunu, daha güzelini isteyecektir. Sizce de bunu vermek; kim ve kimlerin işine gelmeyecekse asıl şeytan O, değil midir?