Annesinin doyuramadığını hiç kimse doyuramazmış. Benim de o misal ‘doyumsuzluğumla’ başım dertte. Hatta bazen kızdığında annem şöyle bağırır bana, ‘’Bıktım senden, doğdun doğalı bir türlü doyuramadım seni.’’

 Anneme komşu kadın ikide bir gelip soruyormuş, ‘’Bu çocuk durmadan ağlıyor, sen duymuyor musun?’’ diye. Tavana kanca takmışlar, bana sallanan beşik yapmışlar rahat uyuyayım diye. Gece uyku problemi olan bir çocukmuşum. Annem iş güç peşinde muhakkak. Öyle kolay mı hem evi çekip çevireceksin hem de çocuk bakacaksın. İspirto ocaklarının, tel dolaplarının olduğu, evlerin oda oda bulunduğu o dönemler... Kolay değil. Hele Dolunay etkisinde doğan bir çocuğun derdi de hiç çekilir değil.

Evet, son astroloji haritamda o da çıktı. Doğum anımda ay Dolunay fazındaymış. İkili ilişkilerde ama her türlü ikili ilişkilerde zıtlıklarla yüzleşmem söz konusuymuş. Anne- babamın da zıt enerji olduğu gibi sürekli bir iç-dış dengeyi yakalamaya çalışırmışım. Karşıtlıklarla krizler yaşayarak evrendeki Birliği, bütünlüğü deneyimleyip ortaya gelerek çözümler üretmeye çabalarmışım.

Bütün mesele bu; yani olmak ya da olmamak! Çift unsurlar belirtilir ya çocukken izlediğimiz Yeşilçam kurt adam filmlerinde ya da Dr. Jekyll ile Bay Hyde gibi. O kadar zıt ebeveynlere sahip olmam da tesadüf değil sanırım. Biri iyi biri kötü; bu iyi ve kötünün benim ihtiyaçlarıma ve farkındalıklarıma göre de yer değiştirmesi derken ikili ilişkilerde yaşadığım çatışma, ilişkileri oldukça meydan okuyucu alanlar yapmış benim için. Dolunaya ya da ebeveynlerime b.k atmak niyetinde değilim yalnızca bugün için. Sadece yoruldum artık içsel ve dışsal çatışmalardan. Orta bir yerde buluşmayı ve dolayısıyla “ılımlılık “ noktasında hareket etmeyi seçiyorum yine yalnızca bugün için.

Süt meselesine değinmişken genel geçer kurala göre; erkek çocukları askere gidecek kemikleri sağlam olsun diye daha uzun süre emzirilirmiş ya, bizde de öyle olmuş. Annem erkek kardeşlerimi daha uzun süre emzirmiş. Fakat emzirmek- az ya da çok neyse de- çok önemliymiş, okuduğum kitaplarda pek çok defa bunun altının çizildiğine denk gelmişimdir. Özellikle eğitimin anne memesinde başladığı, okuryazarlığın çok daha önceleri, bir bebek düzenli ve ritmik soluk alıp vermeye başladığı dönemde başladığı anlaşılmalı ve okuryazarlık bu dönemde başlatılmalı kanısına katılıyorum. Yani her şey bebek meme emerken ağzından anlamsız sesler çıkarken düşsel bazı sesleri duyup onlara anlamsız hecelerle, gülücüklerle cevap verirken ninniler dinlerken ce- e oyunu, sözcük oyunları oynarken başlamalı bence de. İşte yaşamı okumak böyle bir şey olsa gerek.

Çok önemsedik yine kendimizi! Dengeye getirmek adına elimden gelenin en iyisi yalnızca bugün için bu; yazmak ve kendimi olabildiğince açık paylaşmak. Önümüzde konserimiz var TSM korosu olarak. Birbirinden güzel parçalar var repertuarımızda. Fakat ben en çok sevdiğim parçanın bana anlamlı gelen ve dolaylı da olsa yazıma gönderme yaptığını düşündüğüm dizeleriyle bitirmek istiyorum yazımı. Zeki Müren’ e ait bir parça bu. Çocukken fuar zamanı rahmetli babam hususi beni götürmüştü döner sahnede onu izlemem için. Baba kız yaşadığımız bu harika anıdan da bahsetmeden duramadım. Nur içinde yatsın! Sözler şöyle:

“Gece kirpikli kadın, aşkıma siyah bakma

Zaten yakanlar yakmış, bir alev de sen yakma

Beyaz papatyalar tak, at o siyah gülleri

Sensiz nefes alamam, beni bana bırakma”

Beste ve güfte: Zeki Müren