Bugün 10 Kasım

Atatürk’ün öldüğü gün.

Her fani gibi o da eceli gelince dünyadan göçüp gitmiştir. Buraya kadar söylenecek bir şey yok. Ancak iki şey açıklığa kavuşmamıştır. Bunlardan biri Atatürk’ün cenaze namazının kılınıp kılınmadığıdır ki bu konuda resmi bir belge veya fotoğraf bulunmamaktadır. İkincisi ise kaynağını bilemediğimiz dudak uçuklatan servetidir.

Cenaze namazı konusunda tarihçi Murat Bardakçı bir yazısında Atatürk’ün cenaze namazına katılan kişilerden birinden dinlediği bilgilere yer vermiş, 1980’lere kadar hayatta olduğunu belirttiği bu kişinin anlattıklarını şöyle aktarmıştır:[1]

“Dolmabahçe Sarayı’nda katafalka konan cenazenin Ankara’ya nakil günü yaklaşırken, Ankara’dan ‘dinî merasim kat’iyyen yapılmayacak’ şeklinde bir talimat geldiğini işittik. Talimatı hiçbirimiz görmedik, resmen de tebliğ edilmedi ama emir Dolmabahçe’de hemen herkesin dilindeydi.

Cenaze, 19 Kasım sabahı erken saatlerde Ankara’ya nakledilmek üzere saraydan alınacaktı. Hazırlıklar devam ederken rahmetlinin hemşiresi Makbule Hanım katafalkın bulunduğu yere geldi, “Cenaze namazı kılınmadan Mustafa’mı hiçbir yere göndermem!” diye avaz avaz bağırdı ve gidip tabutun yanı başına oturdu.

Ortalık birbirine girdi. Bazı işgüzarlar ‘Ankara’dan emir geldi hanımefendi, yapmayın, etmeyin’ diye Makbule Hanım’ı sakinleştirmeye çalışacak oldular ama hanımefendi daha da hiddetlendi, ‘Namazı kılınmadan burayı terk etmem! Beni kolumdan tutup dışarıya atmadan ağabeyimi götüremezsiniz’ dedi. Maiyet erkânı daha da telâşlandı ve ne yapacaklarını sormak için Ankara’ya telefon açtılar.

Aradan yarım saat geçtikten sonra Ankara’dan yeni talimat geldi. ‘Gözlerden uzak bir şekilde, mümkün olduğu kadar az bir cemaatle, dışarıya da hiçbir şekilde aksettirilmeden kılınsın; kat’iyyen fotoğraf çektirilmesin ve namazın kılındığı protokol kayıtlarına da aksettirilmesin’ deniyordu. Makbule Hanım’ın namazın camilerden birinde kılınması yolunda ısrar edebileceği düşünülerek zamanın Diyanet İşleri Reisi Rıfat Efendi’den (Börekçi) sarayda kılınabileceği konusunda fetva da alınmıştı.

Yanlış saymadı isem, cemaat ben dahil olmak üzere 11 kişiden ibaretti. İmamete, Şerefeddin Efendi geçti (dört sene sonra, 1942’de Diyanet İşleri Reisi olacak olan din âlimi Şerefeddin Yaltkaya) ama o senelerde Arapça ezan ile tekbir yasaktı ve ne yapacağımız hususunda kararsızdık… Arapça tekbir getirdiğimiz takdirde devletin, Türkçe okuduğumuz takdirde de Makbule Hanım’ın hışmına uğramamız ve hanımefendinin ‘Yeniden, doğru dürüst kılın’ demesi ihtimali vardı.

Tabutun önünde saf tuttuk, Şerefeddin Efendi imamete geçti, tekbiri ‘Tanrı uludur’ diye Türkçe getirdi, namaza başladık ve Efendi diğer üç tekbiri de Türkçe getirdi. Sıra ‘Esselâmü aleyküm ve rahmetulah’ diye selâma gelmişti, Şerefeddin Efendi her iki selâmı da ‘Esenlik üzerinize olsun’ diye yine Türkçe verdi.

Şerefeddin Efendi selâmları vermek için başını her iki yana çevirdiği sırada çehresinde acı bir tebessümün mevcudiyetini hisseder gibi oldum ama bilmiyorum, belki de yanılmışımdır…

O esnada orada bulunan Fahrettin Altay Paşa da hatıratında bunu teyit eden açıklamalarda bulunmuştur ki bu konudaki tek yazılı kaynak bu hatırattır.