Sözde insanız, sözde uluyuz bir de seçilmiş olmanın gururuyla şerbetlenmişiz… Bunla birlikte sözde doğruyuz, çalışkanız, sözde vatan millet sevdalısıyız, dürüst çalışıyoruz sözde… Hak, hukuk, adalet de bizden sorulur sözümüz sözde kalsa da. Her şeyin sözde olduğu bir dönemde özü bulabilmek mümkün mü, demiş sözde peşinden koştuğumuz kutsal atalarımız.

Önce okullarda öğrenmeye başladık bu kavramı. Cümlenin ögelerini anlatırken Türkçe öğretmenimiz, gerçek özneyi yani işi yapanı bulamadığında onu koyardı yerine; adına da sözde özne, derdi. Bugün yine aynı şekilde demeye devam ediyoruz.  İşi yapan gerçek kişiler kayıptır aslında. Her işte olduğu gibi bir sorumlu bulmanın, aramanın karşılığıdır “sözde” olmak. Gerçeği saklamaktır bir nevi. Kime ve neye göre olduğunun önemi yoktur artık. Herkes herkesin sözdesidir. Yalancısın, yanlışsın, uyduruyorsun, sen kimsin demenin kibarcası olmuştur.

“Sözde” kelimesi, bir zamanlar kıskandığımız ithal ettiğimiz tüm popüler sözcükleri geride bıraktığı söylenebilir. Herhangi bir şeyin aslında olmayıp da öyleymiş gibi anlamında kullandığımız yaygın bir sözcüktür.  Televizyon ekranlarında, haberlerde, gazetelerde, dergilerde, röportajlarda, siyasi platformlarda çok sık karşılaşıyoruz. Artık neredeyse hayatımızın merkezinde yer alıyor. Hele de büyüklerimizin diline öyle oturmuş ki ahkâm kesmenin, yargılamanın hatta mahkemelerin yerini almıştır. Alkışlıyoruz bu başarının süper kahramanlarını tabii. Yerli kelimelerle kıracağa benziyoruz tek dişi kalmış medeniyet canavarının dişini.

Güven duygusunun olmadığı, kimsenin kimseye inanmadığı, alaverenin, dalaverenin sarmalında, kendi gibi olmayan veya öyle düşünmeyenler için de bulunmuş bir nimetten farksızdır. Hemen herkesin hoşlanmadığı, benimsemediği kimseler için söylediği, hakaretten bir nebze uzak tutulmuş, nezaketli bir suçlama değil midir? Sözde(!) mahkemelerin çok da ciddiye almadığı, cezaya tenezzül görmediği bir söylem aynı zamanda.

Sıkıştığımız her an imdadımıza yetişen Hızır misali cankurtaran simidimizdir. Bunu hem kişiler hem de kurumlar için söylemekten imtina etmiyoruz. Bazılarımız için ciddi boyutlarda üzücü bir hal alsa da “cuk” diye oturduğu yerler yok değil.  Günümüzde hemen her alanda yeterli oranda varlığını sürdüren "Sözdelik" vasfı; hızla ve gelişerek varlığını sürdürmektedir. İş ve işlemlerin profesyonel anlamdaki karşılığı olan “öz” ise kabuğuna çekilip neredeyse yok olma derecesinde küçülmeye devam etmektedir.

Sözde aşklar, sözde evlilikler, sözde dostluklar, ortaklıklar, yoldaşlıklar daha neler neler… Yapmacıklar üzerine bina edilmiş koskoca yaşamlar. Samimiyetimizin koronaya yakalanmış can çekişen özü. Burada 5N 1K sorularının karşılık bulması elzem hale gelmektedir. Ne, neden, nasıl, nerede, ne zaman ve kim(ler); bu hale gelmemizin bizatihi sorumlusu(ları)… Her sorunun cevabını kendimizden başlayarak aramaya koyulmak gerekir sanırım. Yoksa yine özümüzden kaçmanın yolunu mu arayacağız?

Sade vatandaş olma durumundan, sözde vatandaşa kadar uzanan bir süreçten geçiyoruz. Ha ikisinin arasında bir de Şener Şen’in filminden hareketle çıplak vatandaşlığımız da olmuştur. Çıldırma noktasına varıncaya kadar herkes normal görünmeye çalışıyor. Belki de son çaresidir çaresizliğimizin. Soyuldukça soyunmak gelir aklımıza. Gün gelip devran dönmedikçe işler daha da kötüye gidiyor. Nüfus artışıyla birlikte ekonomik ve sosyal alanda sade vatandaşın pastadan aldığı pay da azalıyor. Saf, mazlum, el avuç açan, mücadele azmi törpülenmiş, sesi soluğu kesilmiş bir varlığa dönüşüyor. Git gide sade vatandaştan çıplak vatandaşa, oradan da sözde vatandaşa evirilmeye başlıyoruz. Kendi evrimimizin sosyal anlamda karşılığı bu olmasa gerek.

Vatandaşlık dersleri vardı bir ara; eskiler bilir. Orada olması gereken ideal vatandaşların görev ve sorumlulukları belirtiliyordu. O tanımlamadan bugüne çok şeyler değişti tabii. Vatandaş olmak büyüklerimizin bize nasip olarak gördüğü her şeye sorgusuz sualsiz tabii olmak kabul etmektir. O zaman devlete göre vatandaşlık vasfı kazanılabilmektedir. Aksi durumlarda asi, eşkıya, anarşist, günümüzde terörist ve sözde vatandaş pozisyonuna düşülmektedir. Bu durum o kadar yaygınlaştı ki dillere pelesenk oldu artık. 

Toplumun bir kısmı diğer kısmını rahatlıkla yok saymaya,  hatta ileri boyutlarda ve toptancı esnafı mantığıyla kimliksiz ve inançsız nitelendirebiliyor. Daha da kötüsü terörize edip linç girişimlerinde dahi bulunduğu görülmüştür. Bu tutumların gerçek sorumluları ise dışarıdan izlemekle yetinip topluma lüks koltuklarda oturmanın, hesaplarına yatan yoksulların hayal gücüne sığmayacak paranın ne kadar acı ve elem verdiğini anlatmayı tercih etmektedir.

Sözde vatandaş, sözde yönetici, sözde siyasetçi, sözde müdür, sözde lider, sözde Müslüman, sözde komedyen, sözde bilmem ne… Bir sözde’dir almış yürüyor. Önünü alamasak da bazı durumlarda katılmamak elde mi? Elbette değil. Sözde profesörlerimiz, bilim insanlarımız, meşhur değil mi yani; sözde sanatçılarımız popüler değil mi, sözde doktorlarımız, öğretmenlerimiz, esnaflarımız, işçilerimiz, patronlarımız… Gani gani sarmışlar dört yanımızı. Onlardan etkilenmemek olur mu? Biz de yeteneklerimiz, ilkelerimiz doğrultusunda adımlar atmaya alıştık. Önce yaptığımız işten başlıyoruz. Yarım yamalak da olsa yürü(tü)yoruz evelallah. Kim kime dumduma; Ne ala memleket…  Denetmenlerimiz de aynı yolun yolcusu nasılsa! Herkesin bulunduğu koltuğa nasıl geldiğinin hesabını unutmayıp ödemek adına gereğini yapması ne kadar da duygusal değil mi? Özümüzden sıyrılıp verdiğimiz sözlerin arkasında durmanın neyi kötü olabilir ki?

Edebiyatta söz sanatları vardır. Bir cümlede veya mısrada anlam inceliği yaratmak veya nükte yapmak için şairlerin çok iyi bildiği bir şeyi, bilmiyormuş gibi görünerek söz söylemesine  “tecâhül-i ârif” sanatı diyoruz. İşte neredeyse her birimizin hayatında eksik etmeyerek kullandığı edebi sanat belki de budur. Rol yapmanın günlük hayattaki karşılığı da olabilir. Bu sanat bedenimizin ruhumuzun hemen her hücresine kadar sirayet etmişçesine yayılmış. Bir diğer tabirle kabullenme hastalığı. Çözüm üretmeyi başkalarından beklemek, hesap sormamak ve ardına düşmemek. Bir sözde vatandaş tanımı da benden; daha ne olabilir ki “Uzaklarda arama çünkü sen içimdesin…” nakaratından farklı olarak.

MESUT AKÇA