“Hepimizin trajedisi bir zamanlar çocuk olmamızda yatar.” Nietzsche

Yenice elime bilmem kaç seferdir aldığım Murathan Mungan “Harita Metod Defteri” kitabından bir alıntıyla başladık ve oradan da devam edelim:

“Çocukluk başlı başına bir memlekettir, hatta sılasıdır insanın. Büyüdükçe sıla özlemimiz artar, hayat giderek gurbetleşir. Sanki ne yaşarsak yaşayalım hep gurbetteyizdir. Büyümek, gurbete çıkmaktır. Bir çocuğun yaşamla ilişkisini, doğayla olan ilişkisine benzetirler. Başlangıçta doğanın, çocuk için bir gerilim unsuru olmadığı, insanın doğayla kendisi arasındaki gerilimi büyüdükçe kazandığı söylenir. Çocukken zaten doğanın bir parçasıymış gibi yaşarız. Sonra parçalanma başlar, kendi içinde ve her şeyle... Belki de bunun için herkes çocukluğunu anlatmak ister birilerine. Bir zamanlar bizim olan sılayı, bir zamanlar parçası olduğumuz doğayı, suyun içinde yaşayıp da deryanın farkına varmayan balık örneğinde olduğu gibi, bir zamanlar son bir bütünlük içinde yaşadığımız için ayrı bir ad verme gereği bile duymadığımız o saf hayatı “ anlatarak “ yeniden ele geçirmek isteriz. Anlatmak ikinci hayattır.”

İlkokulda şiir okuyorum. Hatta benim için o kadar önemli bir an ki sakladığım bir albümlük fotoğraflarım içinde o da var. Siyah önlüğüm üstümde, vakur, kürsüde şiirimi okuyorum adını anımsamadığım milli bir bayramda. 23 Nisan olmadığı kesin. Çünkü belleğim beni yanıltmıyorsa hiçbir 23 Nisan törenine siyah önlüğümle çıkmadım.

Bu ilk ve son şiir okuyuşum öğrenim hayatım boyunca. Mesleğim gereği bazı milli bayramlarda şiir okudum. Fakat ben hiç dersin gerektirdiği alanlar dışında şiir okumadım hele ki romantik tarz diyeceğimiz şiirleri okuyanlara da yumuşatılmış şekliyle yazayım gıcık oldum.

Sanırım o fotoğrafta çözemediğim hayal kırıklığını şimdilerde yorumlayabiliyorum. Milli Bayramlarda babam protokolde olduğu için öyle ya da böyle beni görürdü. Ya da ben görüldüğümü düşünürdüm. O bayram ise okul çapında kutlanan bir bayramdı ve babam ben şiir okuduğum halde yoktu. Anneme okuduğu şiirleri bana okur gibi yapar ve dolaylı da olsa anneme ulaştırmış olurdu duygularını. Anneme ulaşır mıydı bilemem ama ben önemli olduğumu düşünmüşüm ki o gün ben şiir okurken onun olmayışı kabullenmek istemediğim o gerçeği tokat gibi vurmuş suratıma. Onun için romantik duyguların dile getirilişi şiirlerde bana hep sahtelik duygusu bulaştırmış. Hiç inandırıcı gelmemiş. Tıpkı İrene’yi her gün dolaştırdığım sokaktaki kamyonun arkasında yazan yazıya tekme savurmak geldiği gibi içimden aynı hisse kapılmışım. Kamyon arkası yazı( orada yazdığı gibi aynen aktarıyorum) şu:

“Öyle Güzelsin Ki Şiir’den Alıntı Gibi”

Bu hayal kırıklıklarından dolayı yaşadığım öfke ve kızgınlık geçer mi bilmiyorum. Çocukken geçiyor gibi gelirdi. Fakat şimdilerde gidip gidip çocukluğumdan malzeme topladıkça, bakıyorum geçmemiş hiçbiri. Ben –mış gibi yapıp atmışım sırtımdaki küfeye. Öyle ki sırtımdaki, omzumdaki ağrılar uykularımı bölünceye kadar yok saymışım onları.

Onları görünür kılıp teşekkürü öğreniyorum. Çünkü görünür olduğu sürece kabullenebiliyorum. Bun da NLP eğitimlerinde öğrendiğim gibi; en bilinçli ve en gelişmiş iletişim şeklimin görsel olması etken herhalde. Yaralarımı görünür kıldıkça diyorum ki kendi kendime:

“Uf oldu! Gel öpeyim geçsin!”