Bir varmış bir yokmuş her evde çokken bizde yokmuş. Baykuştan Bilge Yarasadan sirke derken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken babam düştü eşikten bağırdı kardeşim kahveden. Olur mu demeyin, oldu. Kardeşim köşeyi döndü babamın kıçına tekmeyi vurdu. Soluğu köşede alan babam tulumbacılarla Üsküdar’ı buldu. Yangın yangın olalı böyle utanca boğulmadı. Olan oldu babama boca edildi onca su. Ayıldı. Hadi bakalım bayılana gazoz ayılana ayran. Başlayalım masala, dinleyelim hayran hayran!

Masalsı bir ülkenin karanlık değil de aydınlık yüzünde yaşayan bir bilge büyükanne varmış. Ülkenin bu aydınlık yüzünde yine oldukça ferah, büyükçe ama gösterişsiz şatoda tek başına yaşarmış. Elbet yardımına gelenler varmış. Fakat nedense özellikle son zamanlarda kimsenin ayağının altında dolaşmasına tahammülü yokmuş. Öyle ya da böyle tek başına sallanan sandalyesinde oturup mevsimlerin geliş gidişlerini izlemek, kâh örgü örmek kâh kitap okumak iyi geliyormuş ona. Günlük rutinlerinde hafif yürüyüşler olsa da genelde şatosundan pek uzaklaşmaz insan içine karışmazmış. Yani kendi küçük dünyasında biraz miskin geçer gidermiş günleri. Dışarıdan bakıldığında ölümü beklediği bile düşünülürmüş eli ayağı henüz tutsa da. Görmüş geçirmiş, hani şu ununu eleyip eleğini duvara asmışlardan denilebilirmiş. Uzun lafın kısası, hiç de o büyülü şatonun hakkını verircesine bir yaşam değilmiş onunki.

Bu miskin denilebilecek kadar sakin geçen günlerden biriymiş yine. Pencerenin önündeki sallanan sandalyesinde oturmuş bir yandan örgüsünü örerken bir yandan da dışarıda yağan yağmuru izliyormuş. Tek tük de olsa yoldan kaçışarak geçen insanları izleyerek tebessüm ediyor, ağaç altına sığınmış ıslak köpeğe üzülerek dalıp gidiyormuş içsel dünyasına.

Arada sırada yoklasa da endişe atakları, içini ısıtıyormuş bir yandan da bulunduğu konfor her halükarda. Yaşlılık işte rahat bırakmıyormuş onu güçsüzlükleri. O da bu endişe ataklarını mehter mızıka eşliğinde karşılıyor, İzmir marşıyla uğurluyormuş.

Şaka bir yana. İşte tam o sırada bir tıkırtı gelmiş kulağına.”O da ne! Nereden geliyor bu ses?” demiş demesine de kavrayamamış ilk etapta. Şaşkınlığı geçince nefesini tutmuş kulak kesilmiş. Anlamış ki karşısında duran babaannesinden kalma antika koltuktan geliyor, bir anlam verememiş önce. Fakat tıkırtılar hızlandıkça telaşlanmış. O telaşla yerinden kalkarken kucağındaki örgüyü sehpaya bıraktığı an “Şangırt!” diye bir ses eşlik etmiş ona. Bakmış ki yerde biraz önce kahve içtiği fincan paramparça.

Bir an sessizlik kaplamış ortalığı. Ayakta öylesine durmuş beklemiş bilge büyükanne sabırla. Nitekim ortalık sakinleşince yine başlamış tıkırtılar. Evet, koltuktan geliyormuş iyice emin olmuş bu sefer. Sessizce yaklaşıp eğilmiş koltuğun altına. Pat diye yere inmiş bir fındık faresi. Selam çakmış ve demiş:

“Merhaba!”

Bilge büyükanne almış selamı çakmış lafı:

“Bu ne densizliktir gafil! Çekil git şatomdan, kemirme beni.”

Umursamaz bir şekilde çekip gitmiş fındık faresi.

Ertesi sabah uyanmış bilge büyükanne, bir de bakmış ki antika koltuk delik deşik edilmiş duruyormuş yerinde. İçi dışına çıkmış derler ya, aynen o şekildeymiş. Ağlamış zırlamış güçsüzlüğü karşısında. Hele ki kimsesizliği! Zar zor sürükleyerek çıkarmış koltuğu dış kapının yakınına. Nasıl olsa geldiklerinde atarlarmış yardımcıları, vedalaşmış onunla. Yorgun düşmüş duygularında savrulurken. Aylak aylak geçirmiş o günü ve hava kararır kararmaz da yatmış uyumuş.

Sabah olmuş, uyanmış. İlk iş olarak pencereye koşmuş. Dışarı bakınca görmüş ki bugün hava daha sakin. Her sabah yaptığı rutinlerini yapmış. En sonunda da kahvesini alıp kurulmuş sallanan sandalyesine. Bir kuş konmuş penceresinin önündeki ağacın dalına. Kuşun sesini daha net duyabilmek için doğrulmuş pencereyi açmaya.O ne! Yine tanıdık o sesler! Nereden geliyor diye kulak kesilmiş. Tıkırtıların geldiği yöne doğru ağır ağır yönelmiş. Terliklerini koyduğu dolaptan geliyormuş bu sefer sesler. İyice yaklaşınca dolaba açıvermiş hızla kapağını. Terliğin birinden fırlamış fındık faresi demiş:

“Merhaba!”

Hemen terliğin diğer tekini kaptığı gibi bilge büyükanne, kafasına indirmek istemiş büyük bir hınçla. Fakat eli çarpmış dolabın rafına. Acıyla kıvranmış, beddualar etmiş onu başına sarana. O kıvrana dursun fındık faresi kaybolmuş ortadan.

Sonra mutfağa gitmiş bilge büyükanne, hazırladığı yağlarla ovmuş elini. Sarıp sarmalarken düşünmeye başlamış kara kara. Uzun yıllardır böyle şeyler yaşamadığı için o defter kapandı sanmıştı. Acaba defterini dürmek isteyenler mi vardı?

“Eyvah, endişelerimde haklıydım demek ki!” diye geçirmiş içinden. Huzursuz olmuş. Keyfi kaçmış. Yemeden içmeden gün boyunca sallanan sandalyesinde boş boş dışarıya bakmış. Hava kararmış. Kalkıp yatağına gitmemiş. Saatler gece yarısına evrilmişken sızmış kalmış olduğu yerde. İçi geçmiş.

Bir an kulağında bir acı ile fırlamış yerinden. Karanlıkta oraya buraya çarpa çarpa ulaşmış lambanın düğmesine. Yakmış lambayı. Kulağına götürdüğü elinde bir parça kan görünce basmış yaygarayı. Sallanan sandalyesine bakınca ise; görmüş sandalyenin tepesinde sırıtan fındık faresini, beyninden vurulmuşa dönmüş.

Demek ki içini kemiren endişeler kulağını kemiren fındık faresine dönüşmüş.

“O kadar da değil! Yeter artık!

Demiş ve cebine atmış sağlam elini.

“Bunu sen istedin!”diye bağırırken cebinden çıkardığı pufidik pembe anahtarı, diğer eline sıkıştırdığı parlak kilidine sokarak üç kere çevirmiş. Her çevirişinde:

“OL! OL! OL!”

Diye bağırmış. Anında dönüşmüş fındık faresi ucunda düğmesi olan kordonlu bir oyuncak fareye.

Gitmiş eline almış fareyi koymuş yere. Bastıkça düğmesine “Click! Click! Click!” sesiyle birlikte zıplamış durmuş oyuncak fare. Gülmüş bilge kadın da bunca çektiği eziyetine.” İşte böyle olur, basarsan başkalarının düğmelerine, olursun ellerinde böyle oyuncak fare.” demiş.

Tabii, masal bu ya! Ondan sonra bilge büyükannenin endişeleri yok olmuş sihirli değnek değmişçesine. Çünkü anlamış ki gücü yerinde. Her ne kadar pek adil gelmese de ona yaşamak oğlu ölünce; sonuçta yaşam ona da verilen bir hediye. Ölümü beklemesi ne diye!

O günden sonra düzenli olarak, giyinmiş süslenmiş çıkmış çatıya, söylemiş şu dizeleri bağıra bağıra:

“Yesterday is a history.

Tomorrow is a mystery.

And today is a gift.

That’s why they call it.

The present.

Olmadı mı? Keyfinize uymadı mı? Hadi bir de Türkçesini söyleyelim. Vurgu çeviride o kadar anlamlı olmasa da niyet önemli diyelim:

Dün bir tarihtir.

Yarın bir gizemdir.

Ve bugün, bir hediyedir.

İşte bu yüzden ona

Hediye derler.

Bu çağrıyı duyan herkes gelmiş. O günden sonra şatodan kahkaha sesleri yükselmiş. Çatıda kurulmadık oyun kalmamış. Kuş seslerine çocuk cıvıltıları da eklenmiş. Şölenlerin birinden birine koşulmuş. Güler yüzlü bilge büyükanne baş tacı edilmiş. O güzelim şato da hak ettiği masalına kavuşmuş. Hadi bakalım beklemeyelim o zaman biz de, gökten üç elma düşsün diye. Biz atalım çatıdan sokağa, kısmetlisi yesin diye. Teşekkürler.