“İnsanların gerçekten ne düşündüklerini öğrenmek için, söylediklerinden çok, yaptıklarına dikkat edin.” Rene Descartes.

Sevgili Nazım yaşasaydı, "Direnmenin özgürlükle bir ilgisi vardır, sevgili Abidin," derdi. Çünkü kendini özgür hisseden, özgürce düşünebilen aynı zamanda direnebilendir. Nazım ömrünü sürgünlerde ve hapishanelerle geçirmesine rağmen sözünü söylemekten kaçınmamıştır. Sadece söylemekle de yetinmeyen şair bir de eyleme geçerek üretmiştir. Ona göre direnmek bir anlamda mücadele etmenin sosyalist karşılığıdır.

"Düşünüyorum, öyleyse varım" sözüyle Fransız filozof Rene Descartes, düşünme eylemini kendi varlığının en temel kanıtı olarak görür. Düşünme meteforunun direnmeye kapı araladığı söylense de tek başına yetersizdir. Eylemsellik boyutu ortaya konan düşüncenin ete kemiğe bürünme halidir. Nasıl ki zeki, nerede ne yapacağını bilen bir futbolcunun antrenmansız maça çıkmasının kazanmada hiçbir katkısı olmaz. Teknik direktörler için de durum benzerdir. Onlar düşünür, tasarlar, planlar kurar; bunu eyleme dökmesi gereken ise futbolculardır. Direktörün yeteneği ve mükemmelliği maçın sahada kazanılacağı gerçeğini değiştirmez. Sadece düşünüyor olmanın yaşam içerisinde çok da bir karşılığı yoktur. Mücadele etmek, hayata güçlü tutunmanın karşılığıdır. Biliyoruz ki kozasından başkasının yardımıyla çıkan kelebek, doğanın acımasızlığı karşısında tutunamaz.

Çoğu zaman destek olma adına ebeveynlerimizden başlayarak en yakınlarımız, toplumu yönelten ve yönetenlerle birlikte bizi kozamızdan çıkarmaya çalışıyor. Kendi dinamiklerimizi törpüleyen bu yaklaşım maalesef bizi zayıflatmaktan öte bir şeye yaramıyor. Bunun iyilik mi, kötülük mü olduğunu bir kez daha düşünmemiz gerekiyor. Hayat dediğimiz güçlü ile zayıfın mücadelesine sahne olan bir yerdir. Burada kendini nerede gördüğümüz önemlidir. Yaşam formu içinde bir ömrümüz vardır. Bunu kimin nasıl değerlendirdiği çok önemlidir. Biz kendimizi nerede ve nasıl gördüğümüz kadar başkalarının bizi ne şekilde gördüğü kısmına da yoğunlaşmalıyız. Bir yerlerde fark edilmek istiyorsak fark yaratacak bir eylem ortaya koymalıyız.

Varlığımızı tescilleyen şey cesur davranmaktan geçiyor. Kaplumbağaya dikkat edersek kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebilir. Öyle ki hayallerimiz, fikirlerimiz, ihtiyaçlarımız vardır. Bunlar eylemleri tetikler. Eyleme geçmeyen hiçbir düşünce ihtiyaçlarımızı karşılamaz. Bireysel anlamda bir şeyleri düşünüyor olmak bizde çok şey yaptığımız hissi uyandırsa da bunun vicdanımızı rahatlatmaktan öte bir karşılığı yoktur. Oysa fikirleriyle, değerleriyle kendi mücadelesini kimsenin gölgesinde kalmadan kararlılıkla veren bireyler özgürlüğün damakta bıraktığı tadı hücrelerine kadar hisseder. Bu durum demokrasiyi içselleştirmemiş devlet ve yöneticileri tarafından hoş karşılanmaz. Onlar için her ne olursa olsun tepkisizlik esastır. Düşünmek de bir tepkisizlik hali değil midir, dışa yansımadığı sürece?

Günlerce, haftalarca, hatta yıllarca ve özgürce düşünebilirsin, sınır yoktur bunda. Geceni gündüzüne de katabilirsin. Kimse bundan rahatsız olmaz. Uykudaki birini uyanmadığı sürece bir önemi de yoktur. Hiçbir aktivitesi olmaz. Belki de yenidünya düzeninde yapılmak istenen şey toplumu uyutabilmeyi başarmak. Bazı toplum yapılarında bırakın eylem insan olmayı düşünce insanı olmak bile tehlikeli görülür, hatta cezalandırılır. Her an onu tetikleyen bir şeylerin olmasından çekinilir. Yine biliyoruz ki iktidarlar, diktatörler, benciller, şarlatanlar, din tüccarlarıyla birlikte paraya ve güce tapanlarla, küçük çıkarlar için Ali Cengiz Oyununa kapılanlar, kısaca herkes olmasa da bazı bizler ölü severiz; ölü bulmazsak ölü taklidi yapanı severiz. Ölüler tepkisizdir. Tepkisizlik en masum haliyle varlık karşısında yok olmaktır. Tıpkı sadece düşünen bazen de düşünüyormuş gibi yapanlar gibi. Ölü seviciler için düşünen taklidi yapanların da toplumu baskılayanlar için gideri vardır. Herkesi öldürmenin anlamı da yoktur. Onları hizmetkâr yapmak daha anlamlıdır. Köleliği kaldırıp özgür olduğunu düşündürüp insanları köleleştirmek daha zekicedir.

Düşünmeyen, düşünemeyen, bunlarla birlikte sadece düşünmekle yetinen modern kölelerin arasında var olmaya çalışmak oldukça zordur. Her an yok olmaya, yok edilmeye adaysındır. Bu kölelerin etliyle sütlüyle bir alakası yoktur. Her daim “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın,” dememiş gibi davransalar da öyledirler aslında. Çoğunlukla sabırla şükür arasında iki ileri bir geri gidip gelirler. Onlar için istemek yoktur. Verilenlerle yetinmeyi kutsarlar. Her daim şanlı tarihlerinin arkasına sığınıp ecdat edebiyatıyla tatmin olurlar. Yenidünya düzeninin getirdiği tek dişi kalmış medeniyetin anasına avradına sövüp saymakla kendilerini var ederler. Kendi konfor alanları içindeki kırıntılar bu tipler için yeter de artar bile. Bunlar bir Süpermen’in bir gün nasıl olsa çıkageleceği hayalini kurarlar. Eylem insanı değillerdir. Sesleri kısıktır. Herkesin duyamayacağı gizli saklı ortamlarda kulağa fısıldarlar. Ben aslında böyleyim, diyerek varlığını kabul ettirdiğini düşünür. Kendiyle yüzleşmekten kaçınır. Hemen hemen herkesin de öyle olduğunu düşünerek temize çıktığını sanarlar. Eylemlik hali kişiliğini, karakterini, fikrini ortaya koymakla alakalıdır. Bazı kendini zeki hissedenlerce bu durum şiddetle özdeşleştirilse de alakası yoktur. Bu iyiyi, doğruyu, güzeli ve de en çok ihtiyaç duyulan gerçeği/gerçekleri ortaya dökerek seslenmektir.

“Evet, ben bu dünyada varım ve bir süre sonra da ayrılacağım.”  Bu cümlenin her an olabileceği gerçeğinden kaçıyoruz belki de. Aklımıza dahi getirmiyoruz. Bir yokluk içerisinde var olduğumuzu düşünüyoruz oysa. Bizim için, çevremiz için, dünya için çok şeyler yaptığımızı/yapacağımızı düşleyerek düşünüyoruz. Çoğu zaman bu işte en iyi benim, diyerekten kandırıyoruz kendimizi. Bilmeliyiz ki düşünmek, anlaşılmak için yetersiz bir eylemdir. En azından sesimizin çıkması gerekmez mi? Korkuyoruz, korkularımızla yüzleşmekten dahi korkuyoruz. Korkumuzu az da olsa sahip olduğumuz konfor alanını kaybetmek oluşturmuyor mu? Evet, korkuyoruz; açlıkla, işsizlikle, adalet dağıtmayan Adalet Saraylarının soğuk duvarından korkuyoruz. Korkuyu normalleştirmekle birlikte kutsallaştırıyoruz. Korkunun karanlığı altında fark edilmemenin hazzını yaşamak ne güzel şey diyoruz. Korkuyu kabuğuna çekilmiş kaplumbağa, başını kuma gömmüş deve kuşu gibi kör, sağır dilsiz olmak kadar güzel yaşıyoruz.

Korkunun ötesinde varlığımızın başkasının varlığında kaybolması daha da acı değil mi? Burada Varoluşçuluğun felsefi yaklaşımını dikkat çekicidir. Varoluşçulara göre insan dışındaki varlıklar, nasıl yaratılmışlarsa öyle kalmak zorundadır. Onlara göre sadece insan türü, kendine katkı sunan, kendini var edebilen, değişen değiştirebilen canlıdır. Ardından zor soru geliyor, o da insan olmanın tanımı: “Ben insan mıyım?” Varlık kavramı boşluk doldurmanın çok çok ötesinde değerlendirilmelidir. Bu kendi gölgeni ortaya çıkaracak düzeyde bir şeyler koymakla mümkün olacaktır. Almanların bir matematik formülü der ki: “Eğer 1 Nazi ile aynı masada oturup ona karşı tek laf etmeyen 10 Alman varsa, masada 11 Nazi var demektir.” Yaşama, yaşanmışlıklara, yaşanabileceklere karşı sesin çıkmamışsa ve de çıkmayacaksa sen de bunun ortaklarındansın demektir. Bazı dini kaynaklarda da kötülükler ve haksızlıklar karşısında varlığını ortaya koymayanlar için “Dilsiz Şeytan” nitelemesi, düşünüyor olmanın var olmakla aynı değerde olmadığına işarettir.

“Varoluşçu düşünceye göre, insan dışındaki tüm varlıklar, ne iseler öyle kalmak zorundadır. Örneğin bir masa masalığını kendisi yapmaz, ağaç ağaçlığını kendisi yapmaz. Bütün bu varlıklar, nasıl yaratılmışlarsa öyle kalmak zorundadır. Kendi gayretleriyle kendi varoluşlarına katkıda bulunamazlar. İnsan ise nasıl yaratılmışsa öyle kalmak zorunda değildir; insan, kendi özgür seçimleriyle kendi varlığına şekil verebilir, kendisini değiştirebilir. İnsanın yapısını ve davranışlarını, genetik özellikleri veya çevre şartları değil, kendi özgür seçimleri belirler (Dökmen, 2011: 34; akt., Acar, 2012, s. 26-27).

Varoluşçuluk 20. yüzyılın başlarında; düşünce akımı olarak din, politika ve yaşam anlayışında değişik eğilimleri sorgulayıp bir rota çizen felsefe akımı diyebiliriz. “İnsan doğuştan programlanmış durağan bir yaratık değil, kişiliğini ve yaşam ortamını kendi özgür seçenekleri ve istenci doğrultusunda oluşturabilen etkin bir varlıktır (Yıldırım, 2000: 210; Acar, 2012, s. 26). Varoluşçu yaklaşıma göre insan dışındaki varlıklar, nasıl yaratılmışlarsa öyle kalmak zorundayken; insan, kendi varlığına katkıda bulunabilen, kendini var edebilen tek canlıdır. Özgür seçimleriyle insan kendisini değiştirebilmekte, geliştirebilmekte ve kendi varoluşunu gerçekleştirmektedir.

Toplum yapısı içerisinde hele de az gelişmiş demokrasilerde bireyler gelişmiş, özgür kendini varoluşçuluğun merkezinde olduğunu zannetmesiyle teselli buluyor. Düşünmek ile direnmeyi eş değer görüp kabuğuna çekiliyor. Varoluşçu yaklaşımda insana dair beklentilerle maddeye dair beklentiler farklı boyutlardadır. İnsan, değerlendirme yapabilen, sebep sonuç ilişkisi kurabilen, problem çözebilen, bir varlıktır. Var olmanın dışa yansıyan tarafı görünür olmaktır. İnsan varlığı da bunu yansıttığı oranda vardır. Biliyoruz ki gölgedeyseniz kendi gölgenizi göremezsiniz.

Oysa varlık güneşe çıkmak demektir. Çıkmazsan çıkanların gölgesinde kalırsın. Yaşamak dediğimiz şey de gölgemizin olmasıdır aslında. Bu aynı zamanda varlığımızın tescilidir. Aslolan güneşe çıkma cesaretini göstermektir. Başkasının gölgesinden, kanatlarının altından kurtulmaktır. Birilerinin gölgesine sığınıp silik bir şekilde yaşlanmaktansa doğru değerler etrafında düşünüp varlığını tescilleyecek adımları atmaktır. İnsanca yaşamak, insana yakışır yaşamak dediğimiz şey tam da budur.

Birey olarak varlığımızı çeşitli biçimlerde ortaya koyarız. Onurlu bir yaşam mücadelesi verenler bedenen, ruhen ve fikren dediğimiz üçlünün her birini sonuna kadar kendine yoldaş yapar. Bunun yanında her dönemde olduğu gibi bu üçlünün yanında artık adına “HİÇ” dediğimiz dördüncü bir ayak türemiştir. Kuru kalabalık olarak da nitelenen bu yapıyı “HİÇLER” oluşturur. Çoğu zaman bedenen oradadırlar. Ruhları ve fikirleri ipoteklidir. Sesleri solukları hiçbir şekilde çıkmaz. Kaçak güreşmeyi sevenler. Kolay kolay ortaya çıkmazlar. Her şeyi bilirim havasındadırlar. Kendi gibilerle derin dostlukları vardır ve sadece kendi çöplüklerinde kükreyebilirler.

Varlığımızı ortaya koymak konuşmakla başlar.  Var olduğumuzu düşünüyorsak her an, her yer de bunu hissetmekle/ hissettirmekle yükümlüyüz aslında. Tarihteki ekonomik, sosyal, bilimsel, dinsel ve birçok alanda atılımlar ve devrimlerin temelinde birilerinin sesli düşünme eylemi yatmaktadır. Bu da değişimin en kolay ön adımıdır ve gereklidir. Bu aynı zamanda dayatmalara karşı eyleme geçmektir. Seçimden seçime kıymete binen böylece varlığı tescillenen birey olmanın dışında sesimiz ne kadar çıkıyor? Ne mutlu sesleri çıkanlara diyelim…