Takvimler 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde, Türkiye’nin üzerine bir karanlık çöktü. Tankların paletleri, sadece caddeleri değil; gençlerin hayallerini, aydınların kalemlerini, işçilerin emeğini, öğrencilerin umutlarını da ezip geçti. O gün başlayan zulüm, sadece bir dönemi değil, gelecek nesilleri de derinden yaraladı.

45 yıl geçti… Ama hâlâ kapanmayan yaralarımız var.

Rakamlar hâlâ insanın yüreğine saplanan soğuk bir bıçak gibi:

650 bin insan gözaltına alındı.

210 bin dava açıldı, 230 bin kişi yargılandı.

7 binden fazla kişi hakkında idam cezası istendi.

517 kişi idama mahkûm edildi, 50’si darağacında can verdi.

Binlerce insan işkenceden geçirildi, yüz binlerce vatandaş fişlendi.


Ama rakamlar bile yetmez. Çünkü bu sadece istatistik değil; bu ülkenin gençlerinin, annelerinin, babalarının gözyaşlarıdır. Bu, darağaçlarında asılan 17 yaşındaki çocukların çığlığıdır.

12 Eylül, sadece siyaseti değil; toplumu, kültürü, vicdanı, adaleti darmadağın etti. Üniversiteler susturuldu, sendikalar kapatıldı, basın zincirlere vuruldu, partiler yasaklandı. Ve belki de en acısı; korku, toplumun hücrelerine kadar işledi.

Bugün hâlâ o günlerin gölgesinde yaşıyoruz. Çünkü 12 Eylül’ün mirası olan anayasa ve yasaların büyük bir kısmı hâlâ yürürlükte. Demokrasimiz hâlâ eksik, özgürlüklerimiz hâlâ yaralı.

O günün mağdurları yaşlandı. Kimi mezara acısını götürdü, kimi hâlâ darbenin izlerini omuzlarında taşımaya devam ediyor. Ama 12 Eylül, sadece onların değil, hepimizin ortak hafızasında bir kara leke olarak duruyor.

45 yıl sonra bugün…
12 Eylül, bir tarih değil. Bir yüzleşme çağrısıdır. Bir hesap sorma borcudur. Bir daha yaşanmaması için, demokrasiyi ve özgürlükleri daha çok sahiplenme sorumluluğudur.

Çünkü unutanlar için tarih, kendini acımasızca tekrar eder.