Günümüzde Astrolojinin ve spritüel konuşmaların günlük hayatta sohbet konusu olduğunu; boyutlar, frekanslar gibi terimlerin normal algılandığını herhalde sizler de en az benim kadar farkındasınızdır. Bu da bana güç veriyor. ’Delirme’ şeklinde yorumlanırdı genelde çevremde bu tür konuşmalar. Hatta bu tür deneyimlerin hem içinde hem dışında yer almış bir geçmişin içinden geldiğim için yumuşatmak adına ‘iyi saatte’ olsunlar gibi bir söylemle anılırdı dile getirilenler. Şükür, yalnızca bugün için bu ‘delirme’ korkumun da üstüne gidebilecek gücü buluyorum ve bu tür çalışmaların içinde yer alabiliyorum.

Bu bilinç sıçramasının vaat ettikleri arasında benim en çok arzuladığım öğreti şu: ”Başıma kötü şeyler geldi, çok üzgün, kırgın ve güvensizim” bakış açısından, “Ben büyüyorum ve şifalanıyorum” bakış açısına geçebilme umudu.

Ne güzel! Yazarken bile içim yumuşadı. Tabii bu tür çalışmalarda çok sık altı çizilen bir şey var o da meditasyon. Meditasyonu hayatımıza dâhil etmekle ilgili küçük bir hikâye okumuştum bir yerde. Yeri gelmişken paylaşmak isterim:

Buda’ya sormuşlar; ”Meditasyon yaparak ne kazandın?” “Hiçbir şey” diye yanıtlamış.”Tam tersine, çok şey kaybettim. Öfkemi, kaygılarımı, yaşlanma ve ölüm korkumu...”

İşte ben de kendime şifa olmak niyetiyle çıktım bu yola yıllar öncesinde. Fakat korktukça zaman zaman ara verdim. O da olması gerekendi muhakkak ama ben hep zaman kaybı olarak baktığım için kendimi işe yaramaz hissediyorum. Yaptıklarım yetmiyor. Çünkü hep yapamadıklarımda gözüm. Sanıyorum ki böyle yaparsam motive olurum daha hızlı hareket ederim. Tabii beden buna izin vermiyor. Kan değerlerim en alt limitin de altında çıkınca ister istemez hızlanmayı bırakın resmen durdum. Günlük ihtiyaçlarımı zor karşılıyorum.

Hâlbuki bedenim dur demeden önce, yaptığım meditasyonlarda sağlığımla ilgili ipuçlarını yakalasam da kulak arkası ettim. Çünkü nasıl olsa bana bedenim dur diyecektir gibi bir inanca sahibim. Tamam, bedenin bilgeliğine güveniyorum ama bu dünyadaki tek aracım o olduğuna göre niye onu bu kadar hor kullanayım ki...

Onun için başlığımı ‘Sen Seninle Konuş, Seni Dinle!’ koydum. Kendi gözüm görsün, kulağım duysun ve duygusal olarak içselleştirebileyim diye. Günlük olarak bu üç alanda yani görsel, işitsel ve duygusal olmak üzere üç şey tespit etmek yine kişisel gelişimle ilgili uygulamalarda verilen bir odaklanma egzersizidir. Bu konuda da kendimi geliştirip bedenimin yükünü hafifletmeye niyet ediyorum. Kolaylıkla ve sevgiyle Olsun inşallah.

Kendi kendimle sohbetin beslendiği çeşitli alanlara sahibim. Bunlardan biri de kitap, dergi okumak. Daha çok bu okumalarda karşılaşıyorum kendimle. O okumalar ki beni diğerlerinden ayırır, saklar ve aynı zamanda beni benimle buluşturur satır aralarında. Demek ki sadece bir kaçış değil benimki. Zaman zaman sorguladığım okumaktan yaşamaya fırsat bulamıyorum kısmında değilim yani. Bak bir işe yarıyor, kendimle buluşturuyor. Ne güzel!

Şu an elimde olan Füruzan’ın ‘Parasız Yatılı’ adlı kitabındaki ‘Edirne’nin Köprüleri’ öyküsü içime işledi. Bir kez daha inkârımın gücü karşısında ağzım açık kaldı. Öyküde bir saç kesimi anlatısı var ki... Nasıl unuturum ilk saç kesimimde döktüğüm sessiz gözyaşlarımı, isyanımı. Ya ‘pis göçmenler’ söylemi... O kadar derine gömmüşüm ki annem hatırlatmasa onu da atmışım çocukluğumda baş edemediklerimin içine. Çocukken üstüne basa basa göçmen olmadığımızı söylermişiz dışlanacağız, sevilmeyeceğiz diye. Belki yine o öyküde tespit edildiği gibi; ondandır annemin de benim de temizlik takıntımız, bir türlü kendimizi temiz hissetmeyişimiz. Kim bilir.

Kulun kula yaptığı eziyet hiçbir yerde yok. Bu eziyetler de sanat olmasa nasıl dillendirilecekti bilmiyorum. İşte öyle ya da böyle çıkış bulunuyor demek ki umuda yelken açmak için.

Yelken dedim de içim bir hoş oldu. Bayılırım hafif hafif esen rüzgârın yüzüme o yumuşacık dokunuşuna. Hazır yumuşamışken ortalık, nerde varsa alıp götürsün baharın ılık ılık esen rüzgârı tüm hastalıkları, dertleri, tasaları, gamları... Isıtsın sıcacıcık güneş iliklerimizi, yüreğimizi. Teşekkürler.