Bir varmış bir yokmuş “ Neşeli ol ki genç kalasın” şarkısını söyleyen ama bir türlü nasıl neşeli olunacağını bilmeyen bir kadın yaşarmış ülkenin birinde. Bu ülkede rengârenk binbir çeşit çiçek açarmış. Çiçekler dillere destanmış. Kadın da bu çiçeklerden bolca nasibini almış.

Bahçesinde hepsinden en az birer tane varmış. Çok sevdiklerinden ise dolum taşımmış evi. “Bir tanesi çok fazla, bin tanesi yetersizmiş “. Öyle ki onların arasında kahve içmeye kalksa oturacak yer bulamazmış ne balkonunda ne de bahçesinde.

Burun delikleri bayram yaparmış bu envai çeşit çiçek kokularıyla. Hatta o kadar hassaslaşmış ki, sadece kokusuyla bile tanır olmuş çiçekleri. Hatta bunu bir oyuna çevirmiş. Zaman zaman gözlerini kapayıp kendini sınava çekermiş. Bildikçe de koltukları kabarırmış.

Sadece çiçekler değil, bahçesinin bir bölümünde yeşil sebzeler yetiştirmiş. Bu sebzelerle taze taze sebze suları hazırlarmış kendine. Çoğu zaman da köklediği gibi yeşillikleri sofrada başköşeye koyarmış. Yine mevsimine göre meyve ağaçlarından topladıklarıyla reçel, marmelat yapar, turşu kurarmış. Tabii, taze taze yediği de çok olurmuş. Cildinin ve saçlarının güzelliğini hep buna borçluymuş.

Röntgen çeker gibi gözlermiş doğayı. Aslında gördükleri son zamanlarda hiç de hoşuna gitmiyormuş ama o, elinden geleni yapıyormuş doğayı korumak adına. Örneğin komşuları ne kadar çok zirai ilaç kullanırsa kullansın o kesinlikle kullanmıyormuş. Elmanın ya da incirin içinden çıkan kurtlara “ özünün fıstığı” diyormuş ve ekliyormuş “ kurtlanmazsa korkun “ diye. Fakat bu direncinin çok da işe yaramadığını farkındaymış. Hele ki bu sene evini basan siyah çekirgelerle baş etmeye çalışmak onun anasını ağlatmış.

Böyle anlarda kaçıp gidesi gelirmiş köyden kentsel yaşama. Çünkü ülkesinin sınırları uçsuz bucaksızmış. Kentin tadına da bakmıştı daha genç olduğu yıllarda. İşi gereği hep zamanla yarışmak yormuştu onu. Her ne kadar bazen kentsel yaşamın konforunu özlese de yine memnunmuş halinden. Tek şikâyeti, tatillerde gittiği denizden uzak kalmakmış. Çünkü deniz yakın sayılsa da oturduğu yere; bitkilerini ve hayvanlarını bırakacak kimsesi yokmuş. O, uzun yıllardır tek başına yaşıyormuş.

Gözleri dolarmış denizi anımsayınca.  Ağladı ağlayacak  gibi olurmuş. Fakat o, gerçek yaşamda  zaten çok ağlamış. Hiç değilse masalda ağlamak istemiyor, bu deniz muhabbetinin açılmasını istemiyormuş.

Bir de onu her şeyden çok, oğlunun genç yaşta ölümü üzüyormuş. O her zaman gönlünün sultanıymış. Bugün de nefes alıp veriyorsa en büyük dileği onun da adını yaşatmakmış. Adını anan kalmayınca asıl ölürmüş ya insan.

Kimmiş bu kadın? Adı Duygu’ymuş. Bir evin tek kızıymış.  Kardeş edinirmiş oyuncak bebekleri,bir de köpekleri. Süsler püsler onları,  günlük yaşamın rutinine  uydururmuş. Örneğin, akşamları kendisi pijamasını giyip yatarken onları da pijamalarını giydirmeden yatırmazmış. Ya köpekleri… Evin içi dışı demez sınır koymazmış onlara. Her yerde özgürce dolaşmak onların da hakkıdır dermiş tıpkı kendisi gibi.

İçeridekiler nasıl özgürse, aynı şekilde dışarıdan gelenler de boş döndürülmezmiş bu kapıdan. Konuklar için  kısmetiyle gelir ,  diyen bir ailede büyümüş ne de olsa. Kelebekler de çiçekleri sayesinde bahçesinin daimi konuklarıymış. Onlar da rengârenkmiş tıpkı çiçekleri gibi. O, bir keresinde çok yüksek rakımlı bir yaylada sırf siyah renkte kelebekler görmüş de içi bir tuhaf olmuş, ürpermiş. O, her şeyin renklisini severmiş.

Yumuşacık minderine otururmuş  verandada. Kedisi Tekir gelir,otururmuş yanına. Gözü ilişirmiş ileride yeşillikleri kemiren tavşanlara. Geçmişe gidermiş zihni. Hayvanları çok seven rahmetli oğlu için balkonda tavşan bile beslemeye kalkmış. Allahtan iki üç gün sonra tavşan elini ısırmış diye istememiş de de sahibine geri verilmiş. Tavşancık da kurtulmuş onlar da . 

İçi ferahlamış birden. Yüreğinde pır pır kuşlar uçmuş. Film şeridi gibi geçmiş gözünün önünden yaşamı. Hepsini o mu yaşamış! Aman tanrım nidası dökülmüş dudaklarından.

Kahkalarıyla birlikte salıvermiş toplu saçlarını. Dökülmüş pürüzsüz sırtına, pembe omuzlarına kızıl lüle lüle saçları. Şimdi kahkahalarımı duyan olursa kadın kafayı yemiş yalnızlıktan diyecekler diye geçirmiş aklından. En iyisi oturup yazmakmış bunları. Farkındalıkların sonu yokmuş bu uçsuz bucaksız evrende. Kaybolup gitmeden dönüşmeliymiş bir belgeye.

Masal değil miymiş bu? Öyleyse telaşa gerek yokmuş. Nasıl olsa ulaşırmış bir şekilde dilden dile.Hatta dilleri olmayanlara bile.