Geçenlerde bir yakınımda kaldım. Dönüşte, eskiden ıssız tepelerin olduğu düzlüklerden ulaşım yerine gitmek istedi canım. Fakat o tepeler, öyle güzel düzenlenmiş, park haline getirilmiş ki…Şaşkınlıktan şaşa kaldım. Bu da benim yeni deyimim(!)

Evet, girişe kocaman “ Karafatma Parkı “ tabelası asılmış. Malum, parkın ortasına da bir heykel dikilmiş. Karakuru bir köylü kadını heykeli. Telaşımdan heykelin tanıtım yazısı var mıydı, bilemeyeceğim. Fakat, sonra internetten girip öyküyü okudum. Sizler de okumak isterseniz “İzmir- Yeşilyurt- Karafatma Parkı “ başlığı altında ulaşabilirsiniz.

Gelelim asıl meseleye…Yani bana çağrıştırdıklarına. Çocukken arkadaşlarım ya da büyük ağabeyler ( genelde onlara meydan okurdum) beni kızdırmak istediklerinde “ karafatma “ diye seslenirlerdi. Deniz memeleketinde büyüdüğüm için tenim hiç ağarmazdı. O dönem pek de kilolu olmadığımdan, karakuru bir kızdım.

Burada açıklama yapma zorunluluğu duydum. Ben otuzlu yaşlarımda Bingöl’ de görev yaparken, denizden uzak kaldığım en uzak dönem olduğu için, tenimin buğday rengi olduğu bilgisine ancak o zaman ulaştım.

Ne yazık ki, o dönem çocukluğumdan çok uzak bir dönem. O yüzden ben sülalenin “ kara kızı “, beni kızdıranların da “ karafatma “sı olmayı çok çabuk kabullendim. Hatta, yine tenimin karalığından dolayı “ Çingenelerden alındığıma “ dair hikayeyi de aldım, kabul ettim. Sarışın, mavi gözlü, muhacır anneden olunca, “ çirkin ördek yavrusu “ sendromuna girmek , benim için hiç de zor olmamış anlayacağınız.

Neyse, psikolojik ayrıntılara daha fazla girmeden son bir tespit de daha bulunmak istiyorum. “Karafatma” kabuklu (öldürmesi tiksindirici) ve aynı zaman da çok korktuğum bir böcekti. Abartısız, kabusumdu. Aklım erdikçe, bu kabus üzerine çok çalıştım. Şükürler olsun, çözümledim. Fakat yine de hiç sevmediğim bir böcektir.

Karafatma’ yı sevmiyorum. Tamam. Kendimi sevmekle ilgili çalışmalarım ise devam ediyor. Son nefesime kadar da sürecek. Çünkü bunu hak ediyorum. Bir de bakmışsınız “ Karafatma” yı bile sevmişim. Neden olmasın?