“Bilgisiz sen bir hiçsin, kader sana ne biçsin.”

Yarın çok geç olabilir. Sesimiz her an kısılabilir. Hala nefes alıyorken susmak, sessiz kalmak, doğruları, gerçekleri, söylemeyi veya yazmayı ertelemek de acizliğin göstergesi değil midir? Her şeyi üç kelimenin ardına saklamadık mı? Mahşerin üç atlısı: “Sabrederiz, şükrederiz,  kader deriz.”  Bunlar söyleyecek çok şeyin olduğunu bilip de susmanın diğer adı değil midir? Bir anlamda çaresizliğin yumuşak yüzüdür.  Kendi kendimize ürettiğimiz yahut çevremizdekilerin bizi yatıştırma adına söylediği, dayanabilmenin kutsanmış halidir. Elimizde ne kaldıysa onunla yetinmemiz, en azından bir süre idare etmemiz gerektiğinin, varsa acılara katlanmamız gerektiğinin adıdır. Kader ve diğer yandaş sözcüklerin anlamı herkes için aynı değildir elbette. Kimi yöneticiler, siyasetçiler, çıkarcılar, şakşakçılar, Adıyaman ağzıyla tırşikçiler için durum farklıdır. Zaman kaybetmeden yaşanılan her türlü felaketten kaçmanın, bir anlamda sıyrılmanın karşılığıdır.

Henry Hаncock(!); inаnçlаrımızdаn eylemlerimiz doğar, eylemlerimizden аlışkаnlıklаrımız meydana gelir, аlışkаnlıklаrımızdаn karakterimiz oluşur ve onun üzerine de kaderimizi bina ederiz, demiş. Böylece kimlerin karakterinde ve kaderinde yargılanmak, hesap vermek olmadığını anlamak hiç de zor değildir.  Çünkü uyutma ve uyuşturma faaliyetleri dinlemez depremi. Aldırmaz artçılara. Kar, kış, soğuk vız gelir. Kader ve kadercilik oyuncağı hemen sürülür meydana. Maddi ve cezai hiçbir karşılığı yoktur. Ucuzdur. Maliyet oluşturmaz devlete. Hesap sorabilmenin önünde kutsatmış devasa bir duvardır. Akıl sır ermez kudretine. Dağları taşları, denizleri dahi aşsan da bunu aşmak imkânsızdır. Hele yıkmak mı? Ateşten gömlektir giyilmez; demirden leblebidir çiğnenmez. Kaderin hükmüdür bu değişmez.

Sabretmektir, katlanmaktır sana düşen. Hesap yeri mahşerdir müteahhitin, mühendisin, fırsatçının, fesatçının, hayının der, yakarsın ciğerini. Hep birlikte bekleriz vicdan azabından ölecekleri günü. Bilmem hangi zengin ülkenin denize bakan lüks rezidansında keyif çatarak çatlayacağını. Sonrasında döner yıkılan şehirlere bakar kaderimize ağlarız. Kurtulanların üzerine yazarız yeni öykülerimizi. Mucize kurtuluşlar inşa ederiz enkaz altındaki on binlerin üzerine. Kahramanlık destanlarıyla sarmalarız acılarımızı. Allah’ın hikmetine dualar yetiştiririz kameralar eşliğinde. Ortada sorumluluk alan resmi bir kurum, kuruluş, yetkili çıkmayınca Tanrıyı aklamanın yolunu aramaya başlarız. Korkaklığımızın ve çaresizliğimizin hesabını vermektense sığınmayı tercih ederiz.

Başımızı iki elimizin arasına alır dökeriz gözyaşımızı. Farklı değildir senaryo.  Büyüklerimizin bir bildiği vardır nasılsa, yalnız değildir hiçbiri. Devreye girer hacısı, hocası, şeyhi. Bilimin bir hükmü yoktur nasılsa. Kadri kıymeti kalmamıştır Diyanetin yanında. Usulüne uygun ölü gömmenin hesabı yapılıyor dört dörtlük. Salası okunur kaderimizin yoldaşlığıyla. Temize çıkar böylece on binlerin vebalini taşıyanlar. Sarsılmaz onların koltukları 7.7 depremde, zemin etüdü yapılmıştır. Temeli sağlam atılmıştır. Evelallah, kolay kolay yıkılmaz onlar! Harcında çelikten birlik, beraberlik ve dayanışma söylemlerini vardır. Çok serttir betonları, esip gürleyiverirler yanaşamazsın yanlarına.

Bize bir şey olmaz dedik, kimin umurunda dedik, bana ne dedik, inandık, güvendik, her şeyden kaçtık. Gördük ki herkes kaçmış. Bilimden, liyakatten, dürüstlükten, ilkelerimizden, samimiyetten kaçtık. Hep başkaları var nasılsa, dedik. Umurumuzda olmadı sormak, sorgulamak, araştırmak. Mühendisimize, mimarımıza, bilim adamlarımıza inandık. Kaymakamımıza, valimize, belediye başkanlarımıza güvendik. Milletvekillerimiz var dedik, bakanlarımız var dedik. Askerimiz, polisimiz, AFAD’ımız Kızılay’ımız var. Biriz, beraberiz dağları aşar, enginlere sığmaz taşardık. Kimse yalana, talana, yanlışa imza atıp el kaldırmaz sandık. Yüce bir devletin, milletin kutsanmış neferleri değil miydik her birimiz. Her şeyden bu kadar mı elimizi eteğimizi çekmişiz.  

Pişman olmak, helallik istemek aklanmanın en masumane tutumudur. Yanan yüreklerden, ölümlerden, geri dönüşü olmayan yaşanmışlıklardan dolayı af dilemek, mazlumun yüreğinde temize çıkmak, kişileri, yöneticileri sorumluluktan kurtarmamalı. Demokrasiyi, insan haklarını, insanlığı, onurlu bir duruşu içselleştiren toplumlarda, yapılanmalarda aksamaya neden olan her türlü iş ve işlem kişilerden bağımsız yargı yoluyla hesabı sorulur. O da olmazsa istifa adı verilen çok da beğenmediğimiz ateist toplumlarda yaygın olan bir mekanizma devreye girer. Burada haklı haksız; suçlu suçsuz olmanın önemi yoktur. Bu dolaylı da olsa ortaya çıkan manzaradan kendini sorumlu veya eksik görmekle alakalı bir tutumun yansımasıdır. Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki gibi herkes haklıysa, herkes masumsa, herkes işini yapmışsa bunca şehir nasıl yerle bir oldu. On binlerce insanımızı niçin kaybettik. Kader sığınağına kaçmak kolaycılığına düşenler yüzbinlerce masumun ahı altında ezilmekten kurtulamayacaktır.

Kutsal olan, devlet değildir, inanç değildir, millet değildir; tüm bunlar uyutma, uyuşturma adına reçete edilmiş antibiyotiktir. Her çıkmazda aynı reçete yazılır durur. Kutsal olan, değerli olan dünyayı, gezegeni sarıp sarmalayan ilkelerdir. Haktır, adalettir, eşitliktir, dürüstlüktür; bilimdir, bilgidir kutsal olan; paylaşmaktır, fedakârlıktır, gereğini hakkıyla yapmaktır. Hesap verebilmektir mesela.  Kutsal olan yaşamaktır onuruyla; haksızlığa, hukuksuzluğa karşı mücadele etmektir. En önemlisi de insanı, doğayı yaşatabilmektir.

MESUT AKÇA

01.03.2023