Ölüm Kapıyı Çaldı Çalacak

(Tadını çıkar kaldıysa zamanın) *Mesut AKÇA

Bazı akşamlar vardır, Hasret Gültekin akşamlarıdır. Hani Sivas Madımak ’ta yakılan ozanlarımızdan… Ömürle ölümü yakınlaştıran türküsüyle… Dokunur bana; aklımı, fikrimi, ruhunu alır götürür uzaklara… Her notasında zamanın ötesine yolculuk ederim. Yıldızlarla süslenmiş karanlık gecelerin içinde, bu seslerin büyüsü altında kaybolurum. Tam anlamlandırmak zordur belki; "işte öyle bir şey" demekle yetinebileceğim bir yoğunluk hissi kaplar. Hani kelimelerle değil de müziğin sihriyle sarsan türden bir türküyle dalarım ölümün dehlizlerine. Şöyle der ozan:

“Bir insan ömrünü neye vermeli
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Yolda kalanda bir yürüyende bir
Harcanıp gidiyor ömür dediğin

Yüreğin ürperir kapı çalınsa
Esmeyen yelinden hile sezerler
Künyeler kazılır demir sandıkta
Savrulup gidiyor ömür dediğin...”

Yaşamayı en iyi ölüm hatırlatır, derler. Ne garip değil mi? En korktuğumuz şey, aslında yaşamanın ta kendisini oluveriyor. Ölüm var diye, sabah gözümüzü açtığımız güneş bir başka doğmalı. Sevdiklerimize daha sıkı sarılmamız, “sonra söylerim” dediklerimizi hemen dile getirmeli.

Tanrı belki de bu yüzden arada bir usulca dürtüyor. “Unutma,” diyor, “her şeyin bir sonu var.” Evet, yaşamın güzelliği, ölümün varlığıyla daha bir netleşiyor. Belki de bu yüzden bazen kalbimiz hiç olmadık yerde burkuluyor, gözlerimiz hiç beklenmedik anda doluyor. İçten içe, bu dünyadaki yolculuğumuzun geçici olduğunu biliyoruz. Ve işte tam bu yüzden, yaşamı sıradanlaştırmamak gerekiyor.

Görmezden gelmekteyiz ölümü... Hep bir başkasına aitmiş gibi gelir. Komşunun annesi, bir arkadaşın babası, uzaktan bir akrabanın dayısı… Ölüm sanki yalnızca haber bültenlerinde, taziye çadırlarında ya da siyah-beyaz bir fotoğrafın köşesinde kalan albümlere sıkışmış bir hatıra. Oysa ölüm bizimle değil mi? Hem de yanı başımızda, mutfağın kapısında, dolabın içinde, yürürken takılacağımız kaldırım taşında, kafamıza düşecek saksıda… İpini koparmış bir boğa da gelir, dalı kırılan bir ağaçla da çıkar karşımıza…

En kestirmesi yolu bir kalp krizidir. Temiz iş dediklerinden… Sıfırlar her şeyi. Sevmeni, sevilmeni, sevincini… Öfkeni, planlarını, sabah kahveni, akşam için kurduğun çilingir sofra hayalini. Bir kriz, bir anda. Ve sonrası mı? Taziye çadırları, cenaze törenleri, “başın sağ olsun”lar, ve kalabalık sessizlikler... Ama nedense bütün bunların hep “başkalarının hikâyesi” olduğunu sanırız. Sanki ölüm bizden özür dileyecek, “kusura bakma, seni pas geçtim” diyecekmiş gibi.

Ama ne zaman ki biri eksilir sofradan, ne zaman ki çocuk sesleri bir evin duvarlarından silinir… İşte o zaman anlarız. Mezar taşındaki o isim bu kez tanıdıktır. Ve artık “ölüm” yalnızca bir kelime değil; içimize işleyen, yutkunamadığımız bir gerçek olur.

Ama alışıyoruz. Ne garip değil mi? Birkaç gün sonra üçü, beşi, yedisi, kürk gün kürk gecelerin arasında yeniden kaybolur ölüm. Hayat, alışkanlıklarını sıkı sıkı dayatır çünkü. İşe dönülür, market alışverişi yapılır, kavga ettiğimiz şeylere kaldığımız yerden devam edilir. Yaralar deşilir durur. Ego elinde mendil ekibiyle beraber yeniden sahneye çıkar, hırs omzumuza yeniden çöker, nefrete yer açılır. Ölüm mü? Geçti gitti işte… Ta ki bir daha hatırlatana kadar örter üstünü. Gözleri açık uyur her zaman yakalamak için amansız, acımasızdır iyi kötü genç yaşlı çoluk çocuk da demez… bir bakmışsın çalmış kapıyı. Öyle yok ben açmam da diyemezsin.

Sonra yine bir tabut omuzlarda, ya sen ya bir başkası işte… Yine “çok ani oldu”lar, “daha gencecikti”ler, “dün gördüydüm sapasağlamdı.” Mezarlıkta benzer teraneler yine… Biri havadan şikâyet eder, biri sudan, kim geldi’den kim gelmedi’ye kadar uzanır muhabbet. Biri ülke gündeminden dem vurur. Biri, yalnızca "görünmek" için gelmiştir. Cenaze kalabalıktır ama eksik olan biri çok bellidir. Onun da adı artık bir taşa yazılıdır. Geride kalanlar çok hızlı dağılır. Hayat ise gözünü bile kırpmadan devam eder.

Ve sen yoksun artık. Alacaklar verecekler bankalar da yok artık, csm şirketlerinin gelen mesajlar da anlamsızdır.. . Ölüm, suskun ama kesin. Belki bu yüzden en çok korkarız mezarlıklardan. Çünkü orada olup da yüzleşmek zorunda kalırız ölümün soğukluğuyla. Kendimizle, faniliğimizle kalırız baş başa… Yine de yüzleşmeyi hiç istemeyiz. Pembe hayallerin tadı damağımızdan gitmesin isteriz. Oysa ölüm, sessizce bekliyor, kimseden korkmaz, izin almaz. Ne yaşına bakar ne hayallerine. Ben buradayım der toprağın altıdır değişmez gerçeğimiz. Ölümün eseridir oralar. Sessiz, sabırlı ve kesin. Çok kalmayız sessiz kalabalığın arasında. Hemen alışkanlıklarımıza dönmek, kalbimize pas tutturmuş hırslarımıza sığınmak isteriz.

Ve gelir, o gün kapına… Ha ha ha haaaa! Sabahın körüdür. Kalkarsın ve bir anda darmadağın olursun. Telefonun çalmıştır. Kulağında ağlamaklı bir tını… Bir anda elin ayağın buz keser, dilin tutulur. İçinde hem boşluk oluşur. Tarifsiz bir ağırlık oturur böğrüne. Söylemesi kolay, ama yaşaması da öyle mi dersin? Hep başkasının hikâyesi gibi gelirdi değil mi? Çünkü “O”, bu kez seni seçmiştir. Sevdiklerinden birini almıştır… Ya da belki de senin haberin duyuluyordur... Hepimiz biliyorduk geleceğini… Herhangi bir gün, belki yarın belki yarından da yakındı… Adımız yazılacak bir mezar taşına. Ve geride söylenecek birkaç cümle, “Sen de gittin ya yıldızlar ülkesine…”

Yine bir kalp krizi vakası. Geç gelen ambulansa kusulacak öfkemiz… Bir anlık duraksama. Birkaç dakikalık bir gecikme. Ve sonrası koca bir hayatın bitişi. Ve hayat, ne acı ki durmaz. Yine taziye çadırları kurulur, dualar okunur, gözyaşları dökülür. Mezarına ilk toprağı atan el belki de hiç tanımadığından gelecek. Herkes gibi sen de tükeneceksin. Olacaksın toprak. Ertesi güne herkes yine işine gücüne dönecektir. Kimi işe geç kalmaktan, kimi faturalarını nasıl ödeyeceğinden şikâyet edecek.

Sen yoksun haa! Ona göre… Keşkelerle doldurduğun bu hayatta yoksun artık...” Altındasın işte toprağın. Kuşlar bir eksik uçsa da, bir sandalye boş kalacak, bir fotoğraf çerçevede silikleşecek. Ve senin yerinde yel esecek. Boşluğu hiç dolmayacak sandığın yerin bir boşluk olarak kalacak. Kıçıyla gülecek geride kalan hasımların. Ve dünya dönmeye devam edecek. Sanki hiç var olmamışsın gibi

Ölüm, senin planını takmaz da tanımaz da. Ne banka hesabına, ne kariyer hedeflerine, ne de “yetişmesi gereken” işlerine bakar. İleride bir gün yaşayacağız sanıyoruz. O bir gün; çocuklar büyüyünce, işler yoluna girince, biraz daha para birikince… Ama hayat o kadar sabırlı değil. Yaşam, bugünün içine gizlenmiş küçük detaylarda saklı. Sabah çayını yudumlarken içine çektiğin hava, pencereden giren güneş, sokakta gülümseyen bir yüz…

Tek bir nefeslik hayat bu yavrum… Yaşadın yaşadın. Öyle lam’ı cim’i de yok. Bahanelerin ardına saklanmak hiç yok. Yaşamayı ya biliyorsun ya bilmiyorsun. Uydurma, ipe sapa gelmez bahanelerle çıkar yol bulmaya benzemez ölüm. O ciddi yapar işini. Kıvırmaz. Hava atmaz. Bahane üretmez. Seni de planlarının da canı cehenneme der, hiç dinlemez. O yüzden planlar gevşemeli. Listenin başına yapılacaklar değil, yaşanacaklar yazılmalı. Çocuklarla doyasıya gülmek… Sevdiklerine sıkı sıkı sarılmak… Sabahın serinliğini içine çekerek yürümek… Kahve tadında muhabbetler yürütmek varken… Bugünü yarından güzel yaşamak,” belki de kaçırdığımız şey, hep bugün değil mi?

Gün bitiyor, ay geçiyor, yıl dönüyor… Ama sahi, biz bu akışın neresindeyiz? Nefes alıyoruz evet ama yaşıyor muyuz? Yoksa bir şeyleri başarmak, yetişmek, yetmek telaşı içinde sadece var olmaya mı çalışıyoruz? Ölümü görmezden gelmekle hayatı fark etmiyoruz. Kendimize bile yabancıyız bazen. Peki ya ne zaman gerçekten "buradayım" diyeceğiz? Belki bir sabah aynaya bakıp, “ben kimim, ne için yaşıyorum?” diye sormamız gerek. Ölümden korkmak yerine, yaşamayı becerebilmek gerekmez mi?

Ölüm bazen bir vedaya bile izin vermez. Son bir sarılma, son bir göz göze geliş… Hepsi içimizde düğüm kalır. En son ne söyledik? Kırdık mı, sustuk mu, yoksa hiç söyleyemediklerimiz mi kaldı? Giden gider. Ama ardında bir boşluk değil, çoğu zaman yarım kalmış bir cümle bırakır. “Keşke daha çok zaman geçirseydik” cümlesi gibi… Veya “bir gün arayayım” deyip ertelediğimiz bir telefon. O yüzden yaşarken, gerçekten söylemek istediklerimizi söylemeliyiz. Çünkü bazen o son an, beklediğimiz kadar vakit bile tanımayacak. Kendimiz için, sevdiklerimiz için... Hırsın, unvanın, malın, makamın değil; içten gelen bir kahkahanın, bir omuzun, bir “iyi ki”nin peşinden koşmak gerekmez mi?

Hayatın gerçeği planlara değil, anlara kıymet veriyor. Ölüm ansızın gelir ama yaşamak; bilinçli bir tercih değil mi? Hayat biriktirdiklerinle ölçülüyor aslında, tükettiklerinle değil. Kendimizi daha ne kadar tüketeceğimizi biliyor muyuz? Bir tebessüm biriktirsek mesela, teşekkürleri sıralasak art arda. Bir sarılma, bir “ben buradayım, korkma” bakışı…

Belki de bu yazının sonu, ertelenmiş bir hayatının başlangıcıdır. Hâlâ nefes alıyorsak, bir şansımız var demektir. Belki bir gün birileri ardımızdan “Vay be, güzel yaşadı,” der.

Mesut AKÇA