Hayat öyle bir şey ki, bazen bizi olduğumuzdan bambaşka birine dönüştürüyor. Geçim derdi, sorumluluklar, toplumun beklentileri derken, içimizdeki "gerçek ben" zamanla susuyor, yerine hayatta kalmak için geliştirdiğimiz sahte bir kimlik konuşmaya başlıyor. Gülümseyerek “iyiyim” dediğimiz anlar, aslında içten içe yorgun düştüğümüz zamanlara denk geliyor. Belki de hiç sevmediğimiz bir işte çalışıyoruz, belki de bize ait olmayan bir hayatı yaşıyoruz. Sırf düzen bozulmasın diye... Yaşam koşulları, bizden cesaretimizi, hayallerimizi ve hatta dürüstlüğümüzü bile alabiliyor bazen. Ama asıl mesele, bu sahte kimliklerin içinde kaybolmadan, fırsatını bulduğumuzda kendi gerçeğimizi yeniden hatırlayabilmekte. Yoksa bir ömür başkası gibi yaşayıp, aynaya her gün yabancı bir yüzle bakmak neye yarar ki?
Düşünün; şartlarımı, bizi biz olmaktan çıkarıp yapmak istemediğimiz şeyleri bile yapmaya itebiliyor. Okuduklarımız, izlediklerimiz, anılarımız, tecrübelerimiz ve çevremizde gördüklerimiz hayatımızın renklerini belirliyor. Bir bakıyoruz ki kimi, sert ve “mafyatik” tavırlarla kendini korurken; kimi, sevgiyle, cömertlikle, fedakârlıkla öne çıkıyor. Bazıları hırsıyla, bazıları ise çıkar peşinde koşuyor. Hepsi, farklı yüzler farklı hikâyeler barındırıyor içlerinde…
Ama ya bütün bunlar, aslında iç dünyamızın değil de, zorunlulukların ve şartların dışa yansımasıysa değil midir? Psikoloji ve sosyoloji bize bunu bize sıkça anlatıyor. Çünkü çoğu zaman davranışlarımızın ardında yatan sebep, hissettiklerimizden çok, hayatın bize biçtiği roller ve sunduğu şartlardan kaynaklanıyordur. “Ben bu değilim aslında” dediğimiz ne çok şey oluyordur hayatımızda. Hepimiz bazen “Hiçbirimiz masum değiliz” derken, bazen de “Hepimiz masumuz” hissine kapılabiliyoruz.
Peki neden böyle? Neden birileri doğuştan hayatın sunduğu imkânlarla yükselirken, birileri yıllarca çabalıyor ama hâlâ aynı yerde sayıyor? İşin özünde, ne yazık ki herkes için adil olmayan bir düzen var. Bazılarının önüne kırmızı halılar serilirken, bazılarının yolu dikenli taşlarla dolu. Hayatın bu adaletsizliği, kişisel çabalarımızı ve hayallerimizi gölgeleyen en büyük gerçeklerden biri değil midir?
Bu yüzden kendimize ve birbirimize biraz daha anlayışla bakabilmeyi, yaşam koşullarının insanı nasıl şekillendirdiğini unutmamalıyız. Hepimiz farklı zorluklar, farklı yükler taşıyoruz. Kimseyi sadece dışarıdan gördüğüyle yargılamak yerine, bu karmaşık dengede onun yerinde olmayı düşünebiliriz.
Farkında olsak da olmasak da hayat şartları bizi şekillendiriyor; ama biz de gücümüzün yettiği kadarıyla bu şartların ötesine geçmeye çalışıyoruz. Kendimizi tanımanın, anlamanın ve anlamlandırmanın tam da burada başladığını görmeliyiz. Mucize yaratmanın anlamı da karşılığı da bu olsa gerek.
İçinde yaşadığımız kültür bize belli roller biçer; bu roller çoğu zaman bilinçsizce kabul edilir ve tekrarlanır. Ancak psikolojik açıdan da, bu şartlara teslim olmak zorunda değiliz. İnsan zihni esnektir ve farkındalıkla, bilinçli çaba ile kendimizi tanıyabilir, sınırlarımızı keşfedebilir ve hatta bu sınırları aşmaya yönelebiliriz. Kendini anlamak; yani kendi düşünce, duygu ve motivasyonlarının farkına varmak, kişisel gelişimin, kendi gerçekliğimizin temelidir. Bu süreç, insanın kendi yaşamını daha anlamlı kılması, zorlayıcı koşullara karşı direnç geliştirmesi ve özgür iradesiyle daha bilinçli seçimler yapabilmesi için kritik önemdedir.
Bu yüzden, “hayat şartları bizi şekillendirir ama biz de bu şartların ötesine geçmeye çalışabiliriz” derken, aslında sosyolojik baskılar altında ezilmeden, psikolojik olarak güçlenmenin mümkün olduğunu ve kendini anlamanın, anlamlandırmanın tam da bu noktada başladığını vurguluyoruz. Bu farkındalık, bireyin sadece kendi dünyasını değil, toplumsal yaşamı da dönüştürme potansiyelini taşır. Bundandır ki kendimize ve birbirimize çok da haksızlık yapmadan biraz daha anlayışla bakmalı, yaşam koşullarının insanı nasıl şekillendirdiğini unutmamalıyız. Hepimiz farklı zorluklar, farklı yükler taşıyoruz. Kimseyi sadece dışarıdan gördüğüyle yargılamak yerine, bu karmaşık dengede onun yerinde olmayı düşünmeliyiz.
“Büyük İkramiye” bana beni buldurur mu?
Bazen sessiz bir gecede, bazen zorluklarla boğuştuğumuz bir günün ortasında, hele de yılbaşı akşamlarında aklımıza düşer o meşhur soru: “Büyük ikramiye bana çıksa ne yapardım?” Kimi hemen bir ev, bir araba almayı düşünür, kimi dünyayı dolaşmayı… Kimisi ise sadece borçlarını kapatıp sade bir hayat hayal eder. Ama belki de bu soru düşündüğümüzden çok daha derindir: Gerçekte kim olduğumuzu hiç düşündük mü bu ihtimal karşısında?
Çünkü o büyük ikramiye, belki de içimizde sakladığımız “gerçek ben”i ortaya çıkaracaktır. Yeni şarrtlar ve hayalini kurduğun artık aklında ne varsa yapabileceğin ortamı sağlayacaktır. Şu anki hayatımız; koşulların, sorumlulukların, zorunlulukların içinde şekillenmiş bir versiyonumuz olabilir. Belki sabahları sevmediğimiz bir işe gidiyoruz, belki sırf geçinmek için hayalimizde olmayan şeyler yapıyoruz. Günlük rutine sıkışmış hayatlarımızda, kim olduğumuzu unutur hale geliyoruz. Oysa bir özgürlük hayaliyle gelen para, belki de yıllardır susturduğumuz arzularımızı, bastırdığımız yeteneklerimizi, ertelediğimiz kişiliğimizi dışarı çıkaracak.
Bu da bizi esas soruya götürüyor: Şu an yaşadığımız “biz” ne kadar “gerçek biz”? Belki de biz sadece koşullara göre şekil alan, sistemin kalıbına uymaya çalışan birer figüranız. Peki ya kalıp kırıldığında, zincir çözülünce, yani büyük ikramiye gibi maddi kaygılar ortadan kalkınca kim olacağız? Ressam mı, gezgin mi, yazar mı, gönüllü bir yardım elçisi mi? Belki de hiç tanımadığımız kadar başka biri...
Psikolojik olarak, insanlar genellikle kimliklerini statü, maddi imkanlar ve toplumsal roller üzerinden kurarlar. “Ama gerçek kişilik, çoğu zaman bu rollerin ardında saklıdır.” Sosyolojik olarak da toplum, bireyin ne olmak istediğinden çok, ne olması gerektiğini dayatır. İşte bu nedenle, özgür iradeyle yapılan seçimler insanı en çok kendisine yaklaştırır.
Hayat şartları bizi şekillendirir; bu doğru. Ama bu şartların ötesine geçmek, kendi özümüzle yüzleşmek de bizim elimizde. Belki büyük ikramiye çıkmayacak ama şu soruyu daha sık sormalıyız: “Gerçek ben kimim ve neden hâlâ onu yaşamıyorum?”
Şartlarımız, sahip olduklarımız ve olamadıklarımız hayallerimizi her zaman törpülemiştir. Hayaller ertelendikçe küser insana. Küçükken içimizde konuşan o yazar, o müzisyen, o gezgin, o yardımsever insan zamanla sessizleşmedi mi? Sustukça kendimizi tanımaz hale gelmedik mi? Belki de gerçek zenginlik, kim olduğumuzu bilmek ve ona uygun yaşamaya cesaret edebilmektir. Ve bazen en büyük ikramiye, sabah kalktığınızda aynaya bakıp “İşte bu benim!” diyebilmektir.
Mesut AKÇA