Akılları pazara çıkarmışlar; herkes gidip kendi aklını almış. İyisiyle kötüsüyle, eksiğiyle, artısıyla kimi mal bizim, başkasının aklına ihtiyaç hissetmedik/hissetmiyoruz da… Peki, her şey bu kadar basit mi, dersiniz?
“Dünyada başarıya ulaşmanın iki yolu vardır: ya kendi aklınızı kullanmak ya da başkalarının akılsızlıklarından faydalanmak,” La Bruyère’nin bu sözü, insan doğasının başarı elde etme konusundaki ikili yaklaşımını özetler niteliktedir. Don Marquis ise insanların düşüncelerini sorgulamaktan ne kadar çekindiğini ve bundan kaynaklanan tepkiyi şöyle ifade eder: “Eğer insanları düşündüklerine inandırırsanız sizi severler; fakat gerçekten düşündürmeyi başarırsanız, sizden nefret ederler.” Bu nefret, sizin iyi biri olmanızdan değil, onların düşünce kalıplarına uymamanızdan kaynaklanır. Günümüzde iyilik ve kötülük kavramları, ahlaki temellerinden kopartılarak adeta anlamsızlaştırılıyor. Artık düşmanlaştırılan şey iyilikle veya kötülükler alakalı değildir. Çoğu zaman düşüncelerin ta kendisi oluyor.
Fikirsel yanılsamalara tahammül gösterilmediği takdirde baskılar, zulümler, şiddete dönüşen saldırılar ve katliamlara varan sonuçlarla karşılaşılabiliyor. Bunu da genellikle tartışmadan kaçınılan zayıf fikirlerin güçlü taraftarlarınca yürütülmektedir. Çünkü zayıf fikirler, tartışmaktan, sorgulanmaktan, yargılanmaktan, hele de evrensel boyutlarda değerlendirilmeye açılmaktan hep kaçınır. Bu tür fikirler, doğruluk veya tutarlılık temelinde değil, çoğunluğun tercihlerine göre bir çeşit demokratik kabul görme çabasıyla kendilerini var etmeye çalışır. Ancak burada asıl aranması gereken fikrin tutarlı, doğru ve adil bir yapı üzerine kurulup kurulmadığıdır. Bilimde yanılgıya düşmek kabul edilebilir ve yeni araştırmalarla bu durum düzelebilir. Ancak ne yazık ki, bu tür bir esneklik sosyolojik fikirlerde mümkün görünmüyor.
Düşünme sınırlarını zorlayabilmenin veya aşabilmek için bireysel ve toplumsal farkındalığın tetiklenmesi gerekiyor. Bunu harekete geçirecek olan şey de eğitim sistemidir. Özellikle temel ihtiyaçlarını karşılayabilmiş bireyler tarafından, bu noktadan sonra daha farklı konulara odaklanma eğilimi gösterecektir. Kitap okuyacak, sinemaya ve tiyatroya gidecek, yeni insanlarla tanışacak, farklı yaşam tarzları, ülkeler, anlayışlar ve değerlendirmelerle yüzleşerek sorgulama sürecine adım atacaktır. Bu da farkındalığı en üst düzeye taşıyacaktır. Neden sonuç ilişkisi kurabilmek ve bunu kendi hayatına uyarlamak beraberinde sorgulamayı, mücadeleyi getirecektir.
İnsanları yalnızca temel ihtiyaçların karşılanmasıyla meşgul etmek, araştırma yapmaya, sorgulamaya ve özgürce düşünmeye zaman ayırmanın önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Oysa araştırmak ve sorgulamak, hayatlarımızın en temel ilkelerinden biri olmalı. Ancak bu erdemler, az gelişmiş veya baskıcı toplumlarda yasaklarla ve biat kültürüyle yer değiştirmiş durumda. Sorgulamanın neredeyse bir günah gibi algılanmaya başlanması, düşünceyi ve gerçekleri ortaya çıkarmayı amaçlayan zihinsel yapıların önünü basit ve soyut yaklaşımlarla kapatmıştır. Fakirlik, işsizlik, baskı ve linç kültürünün yaygınlaşmasıyla bireylerin sorgulayan bir düşünce yapısına sahip olmasının önüne geçilmekte; bu süreçte iktidarlar, cehaleti bilinçli ve sistematik yöntemlerle desteklemektedir.
Güç odakları, özellikle diktatörlük eğilimi gösteren yönetimler, toplum üzerinde kalmayı sürdürmenin yollarını çok iyi bilir. Ne istedikleri kadar, ne istemediklerini daha keskin bir şekilde belirlerler: sizce düşünen, sorgulayan ve bağımsız bir birey ve toplum "is-te-ni-yor mu / is-ten- mi-yor mu?" sorusunu cevaplamalıyız. Samimiyetimizi koyup düşünürsek bangır bangır "is-te-mi-yo-ruz…" dediklerini duyabiliriz. Biat, kolay ve ucuz olanıdır. Böylece düşünceyi ve beraberinde mücadele etmeyi manipüle edecek yayınlar, baskılar, Ali Cengiz Oyunları devreye sokularak bireylerin oyalandığı, zihnen meşgul edildiği ortamlar yaratılır. İnsanların yaşam alanları kısıtlandıkça güç sahibi olanlar iktidarlarını daha da sağlamlaştırır. Bu son derece basit ama etkili bir algı yönetimidir. Bunun en yalın halde anlatıldığı kitap George Orwell'in mecazi bir dille yazılmış, fabl tarzındaki siyasi hiciv romanı; Hayvan Çiftliği'dir. İlk fırsatta okumanızı isterim.
Bununla birlikte biat etmeyi onursuzluk sayan ve buna karşı mücadeleyi benimseyen yaratıcı düşünceye sahip bireyler—sanatçılar, bilim insanları ve özellikle fikir insanları—özgürlük arayışına yönelir. Düşünmek ve üretmek özgürlükle yan yana olmak zorundadır; aksi takdirde bu durum zihinsel olarak uygulanmaya çalışılan bir baskının tezahürüdür. Özgür düşünceden rahatsız olanlar ise kutuplaştırmayı, çatışmayı ve doğruyu dile getirenleri cezalandırmayı bir araç olarak kullanır. Bu yüzden tarih boyunca her dönemde fikir sahibi olan insanlar cezalandırılmış veya düşmanlaştırılmıştır.
Bir toplum fakirlik içinde yaşıyor veya çoğunluk temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyorsa, bunun ardında daha derin sebepler aramak mümkündür. 21. yüzyıl gibi bilimin, teknolojinin ve iletişimin en ileri düzeye ulaştığı bir çağda hala bireylerin yalnızca temel geçimlerini sağlamak için mücadele etmesi ve hayatlarını buna adaması, o toplumun mutsuz, umutsuz ve sorgulamayan bireyler yetiştirmesine neden olur. Bu durum, sorgulama yetisinden yoksun ve otoriteye kolayca boyun eğen bir toplumsal yapının ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir.
Descartes'in "Düşünüyorum, öyleyse varım" sözü tam da bu noktada anlam kazanır. Düşünmek var olmanın temeli, sorgulamak ise bir insanın en kıymetli becerilerindendir. Fakat toplumlarda yaratılan korku kültürü, bireylerin farklı düşünmesinden duyulan endişe, onları susturmuş ve bastırmıştır. Üniversiteden askerliğe, okullardan iş hayatına kadar her alanda aynı şablon önümüze konur: "Herkes ne yapıyorsa sen de onu yap." Farklı düşünmek ya da farklı yapmak tehlikeli olarak algılanır; bu durum toplumsal genetiğimize dahi işlenmiştir. Üniversitelerde bile farklı düşünen kişiler dışlanmış; korku ya da korkutma kültürüyle sistematik baskılar oluşturulmuştur. Sonuç olarak karşımıza düşünmeyen ve itaat eden bir toplum yapısı çıkmıştır. Herkes susuyor; kimi işini kaybetme korkusuyla, kimi ise "Bana ne!" diyerek ahlak dışı hemen her şeye göz yumuyor.
Korku ve kaygının düşünce dünyamıza etkisini anlatan güzel bir anekdot vardır;
“Bir profesör elinde bir fare ve kutu ile salona girer. Öğrencilerin şaşkın bakışları arasında fareyi kutunun içine koyar ve kutuyu kapatır. Kutunun hava almadığı açıktı. Salona dönerek: “Bu kutuya iki gün kimse dokunmayacak dokunan bu dersi geçemez!” der ve salondan çıkıp gider.
Salondaki öğrenciler olaya bir anlam verememişlerdir. Kimisi kutunun içindeki fareyi çıkarmayı düşünür ama cesaret edemez. İki gün boyunca ders görülen sınıfta kutu öylece kalır. İki gün sonunda tekrar dersi olan profesör salona girer ve kutuya yaklaşarak açar. Tabi ki, kutunun içindeki fare artık yaşamıyordur. Öğrenciler fareye üzülmüştür. Profesör sınıfa dönerek farenin neden ölmüş olabileceğini sorar. Sınıftan birçok farklı fikirler gelir;
Havasızlıktan…
Açlıktan…
Susuzluktan…
Her öğrenci olabilecek ihtimalleri saymıştır. Profesör kutuyu havaya kaldırıp içini öğrencilere gösterir. Kutunun her tarafı kemirilmiş vaziyette ve minik deliklerle kaplıdır. Ardından hoca devam eder;
“Görüyorsunuz değil mi? Fare anlaşılan bu kutudan çıkmak için epey mücadele etmiş. Bunu kutunun içindeki minik diş izlerinden ve irili ufaklı deliklerden anlıyoruz. Ancak şu var ki fareyi sizin dediğiniz gibi ne havasızlık ne de açlık öldürdü. Farenin ölümüne neden olan iki şey var; kararsızlık ve korku…
Kararsızlık, çünkü fare kutunun her yerini parçalayıp, her noktayı ayrı ayrı kemireceğine sadece tek bir köşesini ısırıp parçalasaydı ve bunda da kararlı olsaydı o deliği büyütecek ve kutudan çıkıp kurtulacaktı.
Korku, çünkü eğer siz öğrenciler benden ve notlarının düşmesinden böylesine çok korkmasaydı, kutuyu açıp fareyi serbest bırakabilirdi. Ancak korkudan dolayı size yanlış gelen bir işe göz yumdunuz!”
Hayatta bizi başarıya götüren yolda karşılaşacağımız en azılı düşmanlardır; kaygı, kararsızlık ve korku. Her zaman yaptığımız şey yanlış gelen şeylere göz yummak olmuştur. Göze batmaktan, ses çıkartmaktan korkmak.
Televizyon gibi kitlesel araçlar ise düşünmeyi tamamen pasifize etmiş durumda. Henüz keşfedilmeyi bekleyen kitaplar yerine ekranlardaki sığ içeriklerle nesiller yetiştiriliyor. Okumak, sorgulamak veya düşünmek gereksiz bir çaba gibi sunuluyor çünkü "Birileri zaten bizim yerimize düşünüp gereğini yapıyor." Bunun sonucu olarak insanlar ya sadece temel ihtiyaçlarının peşine düşüp bir şekilde oyalanıyor ya da günü kurtardığını düşünerek bir Süpermen’in geleceğini hayal ediyor.
İlke dışı kabul edilen görüşler, tarih boyunca genellikle tehlike olarak algılanmıştır. Büyük İskender’in söylediği iddia edilen, "Bana en masum üç cümleyi verin; sizi o cümlelerle yargılarım," ifadesi, fikirlerin etkisi üzerindeki hassasiyeti çok iyi özetler. Öyle ki, toplumlarda genellikle bazı gerçekler, mutlak doğru şeklinde dayatılarak bireylere aktarılır. Bu süreçte birey, sorgulamaktan uzaklaştırılıp pasif bir kabul pozisyonuna çekilir. Oysa samimiyet, her alanda ve sektörlerde aranması gereken temel bir değerdir. Barış istemek, adil bir toplum yapısını savunmak, eğitimi iyileştirmek yahut halkın refahını yükseltmek gibi hedeflerin özündeki samimiyet mutlaka toplumsal ölçeklerde ele alınmalı ve sorgulanmalıdır.
Bilginin gücü, düşünme süreçleriyle harekete geçer ve davranışlara yön verir. Nitelikli, saygın bir birey olabilmek ya da olamamak bu süreçlere bağlıdır. Ancak insanın niteliğini belirleyen ilk ölçüt, kendi öz değerlendirmesi olmalıdır; ardından yaşadığı çevrenin niteliği bu dengeye katkıda bulunur. Çünkü çevrendeki insanlar ve o çevrenin genel yapısı aynı zamanda senin yansıman gibidir.
Her şey öğrenmekle başlar, sorgulamakla şekillenir ve eylemle hayata geçer. Ancak ne yazık ki tarih boyunca sorgulama pratiği sık sık engellenmiş; bu eksiklik teslimiyetçi bir bilinç yapısında nesillerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. İnanmak, biat etmek ve şükretmek gibi kavramlar çoğu zaman sorgulamayı bastıran birer davranış düzenleyicisi hâline gelmiştir. Oysa modernleşme ve tüm teknolojik ilerlemelere rağmen aynı sakıncalı tutumu sürdürenler için bu, sonuçsuz bir çabadır. Gandhi’nin “Kimseye kirli ayaklarıyla beyninizde gezme fırsatı vermeyin,” sözü kulaklarımıza küpe olmalıdır.
Bugün dünyada hem eğitimsiz hem bilinçsiz bireylerin yanında eğitimli ancak farkındalıktan yoksun geniş bir kesim bulunmaktadır. Bu kesimler çoğu zaman sistem içindeki sömürüyü fark edemediği gibi bundan mutluluk bile duyabilirler. Ezilen, teslimiyetçi nesillerin sıklıkla "şükür" duygusuna sığınması, mücadele reflekslerini daha baştan köreltmektedir. İşçilerden köylülere, kadınlardan üniversite gençliğine kadar bu döngü; mutluluğun gerçek resmini aramaya olan ihtiyacımızı derinleştiriyor.
Sömürü sistemi, hukukun görünmez katmanlarına yedirilmiştir; bu nedenle adalet arayışı çoğu zaman gerçek karşılığını bulamaz. Eşkıyalığın bile boyut değiştirerek yasalar içine taşındığı bir dünyadayız. İnsanlar artık "adaletin kestiği parmak acımaz" gibi basit avuntulara sığınmakta, bu da çaresizlik ve korkaklık içinde pasifleştirilmeyi beraberinde getirmektedir. Ancak zorbalık ya da kamu gücünün istismar edilmesi durumu meşruiyet zemini yaratmadığı gibi isyanları ve toplumsal direnişi de kaçınılmaz kılıyor. Öğrenmek ve kendimizi geliştirmek her türlü değişimin tetikleyici unsurudur; unutmayın ki her değişim önce bireyin kendisinden başlar.
Émile Zola’nın "Bana sorarsanız bu hayata ne yapmaya geldin diye; sonuna kadar yüksek sesle yaşamak için geldim," sözünde olduğu gibi, hayatı derinlemesine yaşamak da kendimiz için en büyük çağrıdır. İlber Ortaylı’nın şu ifadesi ise çok anlamlıdır: "Değişmeyi, değiştirmeyi bileceksin. Konforundan vazgeçmeyi göze alacaksın. Kendi dünyanı yerinden kendin oynatacaksın. Bir insanın bittiği an, miskinliğe esir olduğu andır." Gerçekten de değişim, rahata alışkanlığın ötesine geçen bir cesaret ister; bu cesaret olmadan ilerlemek mümkün değildir.
Mesut AKÇA