“İnsan insanın aynasıdır. Bir başka deyişe göre de dünyanın üç büyük gizemi şudur: Hava kuşlar için, su balıklar için, insan da kendisi için en büyük gizemdir. Biz önümüzdeki her şeyi dış dünyada görebiliriz. Yapmamız gereken tek şey gözlerimizi açıp çevremize bakmaktır. Biz kendimizi göremeyiz. Kendimizi görmek için bir aynaya ihtiyacımız vardır. Siz benim aynamsınız, ben de sizin.”

Alıntıyı nereden yaptığımı yazmıyorum. Ayrıntı olarak, genelde çoğu öğretide altı çizilir bu tür söylemlerin. Sizi yormak istemedim. Yorgunluk deyince bakın aklıma ne geldi!

Canım anacığım, isyan etti geçenlerde: “ Sokaktaki kedi, köpek, at cümle hayvanlara acırsın da, bana acımazsın. Ben kendimi nasıl hissediyorum biliyor musun? Tıpkı o adadaki atlar gibi; çöktüler mi yere, istediğin kadar kırbaçla kalkmıyorlar. Sen de beni, ha bre kalkmam için kamçılayıp duruyorsun. Ben oturmak istiyorum. Onların bile çözümü bulundu, motor taktılar, atlar kurtuldu. Fakat sen, beni hala kalkmaya zorlayarak kamçılıyorsun. Hâlbuki benim kalkacak gücüm yok. “ Bunları acı bir şekilde de olsa, gülerek söyledi anacığım. Benim ise içim acıdı. Fakat yapacak bir şey yok! Tamamen oturup kalmasından korkuyorum ben de.

Evet, sıkıştırıyorum yürümesi için. Bunun birçok nedeni var. Bunlardan biri de, anneme karşı kendimi borçlu hissetmem. Çocukluğumda bana baktı, çocuğuma baktı… Derken liste uzar gider. Fakat ben de ona, bende olanı kadarıyla bakmak istiyorum. “ Sen kız evlatsın, bana bakacaksın. Bizde analarına kızlar bakar.” Gibi bir dayatma beni üzüyor, incitiyor. Diyet ödemem gerekiyormuş gibi hissediyorum. O meşhur öyküdeki gibi, baltayı vurup kesesim geliyor kolumu. Tabii annemin atlarla ilgili örneğinde olduğu gibi mecazi anlamda.

Ne biçim bir kısır döngü değil mi şu insan ilişkileri? Bu kadar sorgulamam acaba, benim ( her ne  kadar böyle bir şey düşünmemiş olsam da) borcumu tahsil edeceğim çocuğum olmamasından mı? Kim bilir?