Günlerdir dilimde hep bu şarkı; “ Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan.”

Şarkı beni İstanbul’ a davet ediyor diye, önümüzdeki hafta İstanbul’ a gitmeye karar verdim. Fakat altyapısı oluşmadığı için gidemiyorum. Öyleyse dedim huzuru alıp getireyim buraya.

Hemen sözlük çalışması yaptım, “ almak” sözcüğünün 40 anlamı çıktı karşıma. 41.yi de ben ekleyeyim 41 kere maşallah olsun dedim içimden. Dışımdan ise, benim için en uygun anlamı bulup çıkardım. Şöyle; “ ( tat veya koku için ) Duymak: Sigaradan hiç tat almaz oldum. Burnu iyi koku alır. “

Bu tanımdan yola çıkarak, benim cümlem şu oldu:

“Bu sıralar yaşamdan hiç huzur almıyorum.”

Neden? Malum. Yine bir kurban bayramını geride bıraktık. Neler yazılmaz ki bunun üzerine!

Fakat ne yazık ki, bu günleri kırmayayım- kırılmayayım diye, yazmak şöyle dursun, içimde isyan bayrağı dalgalanırken; sadece sezdirme yolu hariç, suskunluk içinde geçirdim.

Şimdi ise; “ Yeter artık! “ diyorum ve duygularımı çok da abartarak, kendimi tahrik etmeden ifade etmek istiyorum.

Seyrek olarak yakaladığım huzur anlarımdan biri, köpeklerimizle geçirdiğim anlar. Tıpkı şu an olduğu gibi. Verandada yazımı yazıyorum. K ar, barbekünün altında yerini almış, kıvrılmış; Beyaz, mutfak kapısıyla barbekünün oluşturduğu üçgende, patilerini  havaya kaldırmış sırtüstü yatıyor; Argos ise biraz ileride çamın gölgesine denk getirmiş gövdesini, sırtı bana dönük uzanıyor. Hepsi etrafımda, gözümün önünde, gönlümün içinde. Diğer ayrıntılara girip canınızı çektirmeyeyim. Olan var, olmayan var…

Böylesine sevgi ve şefkat nüvesi oluşturan bir tabloya; geçmişte yaşanılanlar da dahil, bugün üstlerine, bir sürü bana göre vahşet tablosu ekleniyor. Huzurumu kaçırıyor.

Düşünün, sesleri duymamak için, bayramın ilk günü evin içinde kulaklıkla meditasyon cd.leri dinledim. Biliyorum, bu kadarı yeterli değil duygularımı aktarmaya. Fakat nereye kadar benim, nereye kadar diğerlerinin inançları derken, kendi sayfamda, kendimle baş başayken bile oto- kontrol geliştiriyorum. Başlarım böyle kontrole deyip yine içimden küfrediyorum.

Dışımdan ise yazmaya devam ediyorum. Ben bahçeli evlerde büyüyen, bu büyüme sürecinde de bazen kurbanlık kuzularını önceden alıp büyüten, sonra da onları yine gözlerimin önünde kesip alnıma da kanını süren bir anlayış içinde bir dönem geçirdim. Sorgulamadım. Tamam.

Sonra büyüdükçe kesitler değişti, anlayış değişmedi. Aynı şeyleri ben yapar oldum bir dönem.Ona da tamam.

Büyüdüm, büyüdüm, yetişkin bir kadın oldum. Daha dün gibi bir gazete küpürü gözlerimin önünde. Rahmetli Yılmaz Güney’ in eşi, iki koltuğunun altında birer köpek poz vermiş medyaya.Başlık yazısı ise, hatırladığım kadarıyla şöyle; “ Artık iki ayaklı değil dört ayaklı dostlarım var.”İşte burada durdum.

Bu yargıyı çok iddalı bulsam da, bugün de zaman zaman sorgulasam da; herhangi bir kıyaslamaya girmeden, tespit içeriğinde, benim duygularımın tercümanı da şu cümle olur:

“Hayvanları çok seviyorum. Köpeklere ise daha değişik akıyor içim. Anlatılmaz, yaşanır.”

Bunları dillendirmemdeki amacım üzerine de çok şey söylenebilir belki. Fakat “ Selim İleri” den bir alıntıyla  yetinmeyi seçiyorum:

“Tek kişi olunamayacağına inandığım için, bütün melankolileri kırmak için, sahiden aşkla sevmeyi öğrenebilmek için yazıyorum. Salt bunlar için ölünceye kadar da yazmak istiyorum…”