Yaklaşan bayram olunca kendimce hazırlık yaptım yazım üzerinden. Fakat kaydettim sanırken maalesef dosyayı açtığımda sadece başlık var ortada, yazı yok. İlk aklımdan geçen diz üstü bilgisayarı fırlat at oldu. Bu işi kotaramayacaksın kızım sen, diye kendime kızgınlık geldi arkadan. Neyse ki okkalı bir küfürden sonra oturdum tekrar yazmaya başlıyorum. İnşallah bu sefer kotarır bu yazıyı bayramda sizlerle buluşturabilirim.
Benim koyduğum hedefler çok küçük olmalı genellikle; yoksa hayatımı yönetilemez hale getiriyorlar, sonra hırs da dizginleri ele geçiriveriyor. O yüzden çoğu zaman günlük hedefler belirliyorum ve inanın onları bile eyleme dökebilmek için resmen içim yarılıyor. Fakat bu direnci aynı zamanda beni içimdeki tutucu, fanatik yanımla yüzleştirmesi açısından da kıymetli buluyorum. O benlere de saygı duyarak işleri başka yöntemlerle çözmek için çaba sarf ediyorum.
Özellikle sadeleşmek için o kadar gayretteyim ki... Çünkü öbür türlüsü beni “Zeyna “ rolümde tutuyor ve ben o rolü sadece masal dünyamda kullanmak istiyorum. Biliyorum O ben değilim, O sadece benim benlerimden biri ve ben onu masallarımla kurduğum ilişkide sağlıklı bir şekilde kullanabilirim. Onun uygun olduğu yer orası yalnızca bugün için farkındalığım bu doğrultuda. İçinde bulunduğum dünyada O bana zarar veriyor, şiddete yönelme hakkımı meşrulaştırıyor ve ben de bundan hoşlanmıyorum artık. İsterim ki şiddete başvurmadan da sınır çizebileyim.
Mümkün mü!? Araştırıyorum. Benim baba tarafım Girit’ten göç etmiş. “Giritliye kız ver, kız alma!” söylemleriyle hep edepsizliğimin altı çizildi. Sanki ‘edepsizlik’ sırf Giritli kızlarına aitmiş gibi. Hoş zaman zaman ben de bundan hoşlanmadım diyemem ama ‘genellemelerin‘ nasıl bir tür bozma şekli olduğuna canlı bir kanıtı yine aynı çevreden sunacağım size:
“Annemler on- on beş hanelik bir mahalle içinde büyümüşler, babam da aynı yerden. Annemler Yunanistan, İskeçe’den göçüp gelmişler. Tatarlar da varmış mahallede; genellikle de herkesin bir lakabı olur, onunla anılırlarmış. Çocukluğumdan beri edepsizliğim tuttuğunda hemen şu söz söylenirdi:
-Altta kalma Affe, sana kırmızı terlik alacam!”
Ve kahkahalarla gülünürdü. Bu da benim için edepsizliğimin onayı olmuş, fark etmemişim. Alıp benimsemişim ama bir günden bir güne de arkasındaki hikâyeyi merak etmemişim. Geçenlerde anneme sordum, söyledi.
Mahallelerinde Afife isimli Tatar bir kadın varmış. Edepsizliğinden herkes korkarmış. Sataşmaya başlayınca kocası da bağırarak onu desteklermiş eyleminde:
“Altta kalma Affe, sana kırmızı terlik alacam!”
İyice coşarmış Afife de. Ruhları şad olsun!
Bir şeye dikkatinizi çekeceğim; neden başka renk değil de kırmızı? Benim çocukluk anılarımda da hep bayramlarda kırmızı rugan ayakkabılarım başucumdayken uyur görüntülerim baskındır. Hâlâ da kırmızının ayrı bir yeri vardır bende. Hazır bayram yaklaşıyorken kırmızı ayakkabılar üzerinden bugünüme dair bir mesaj vermek istedi size canım.
Ben geçtiğimiz Nisan ayı içerisinde Estes’ten “Kırmızı Ayakkabılar “ı anlattım masal formunda. Sonunda yine kitapta yer alan bir şiirle bitirdim masalımı. Aynen aktarıyorum onu da:
Anne Sexton “Kırmızı Ayakkabılar “ adını verdiği bu şiirinde bu masal hakkında şöyle yazıyordu:
Ölü bir kentin
Meydanında durup
Kırmızı ayakkabıları bağlıyorum...
Bana ait değiller,
Anneminler.
Ona da annesinden kalmış.
Bir aile yadigârı gibi elden ele geçmiş
Ama yüz kızartıcı mektuplarmışçasına gizlenmişler de.
Ait oldukları evler ve sokaklar da gizlenmiş
Tıpkı
Bütün kadınlar gibi...