Bakalım ne çıkacak bahtımıza bu yazıda. Annemin dediği gibi; ”Otur kara kız bahtın açılsın,” dedim ve oturdum klavyenin başına. Bu cümle, oturmanın ne kadar boş olduğunun göstergesi bir alay etme cümlesidir bizim sülalede. Bahtım açılır mı, eğer umut fakirin ekmeği ise kesin olur. Çünkü şu yoksulluk zihniyeti bende var oldukça umut da olacaktır. Hani derler ya ’umut fakirin ekmeği’, işte o mesele. Fakat ben her şeye rağmen çok zengin olmak istiyorum ama diyemiyorum. Bedeli çok ağır olur diye korkuyorum. Böyle olunca da her şey dilimin ucunda kalıyor ve ben yakında konuşmayı da unutacağımdan korkuyorum.

Yazıyorum işte durmadan. Sözcüklerin illa dilden dökülmesi gerekmiyor, şimdi yapabildiğin bu. Sarıl yazıya ve iyileştir inançlarını, bakış açını diyorum içsel konuşmalarımda. Sorumluluğumu alıp bu konuda kolaylıkla ve sevgiyle parayla olan ilişkimi de gözden geçiriyorum. Yaptığımın hakkını vereyim, elbette yeter, yenisi verilir diyebileyim ve şunu dua gibi söyleyebileyim:

“Darlığa düştüğüm alanlarda ferahlık verilsin. Kazancımın bereketi olsun” Âmin.

Gelelim inançlar faslına. Çalışkanlık ve tembellik kavramları arasında o kadar çok birbirini çürüten inançlara sahibim ki... Tespit etmeye bile ömrümün yeteceğinden şüpheliyim. Her neyse, gündemimden yola çıkayım yine.

Modelleme NLP eğitimin önerdiği ve teşvik ettiği bir teknik. Fakat benim algıladığım şekliyle, bazı inançlarım bu teknikte bana köstek oluyor. Onları zamanla tespit edip çözümleyebildiğim kadarıyla üzerinde çalışırım kendi zamanımda ve ritmimde. Orası okey.

Ertelememek adına da sezdiklerime dair düşüncelerimi paylaşayım hemen. Çocukluktan getirdiğimiz bir öğrenme şekli aslında modelleme. Ben küçücük çocukken; ağaç tepelerinde oramı buramı kırıp döken erkek Fatma diye adlandıran sokaktaki çocuktan, nasıl koltukta bacak bacak üstüne atıp poz vermeyi akıl eden hanım kıza dönüşebiliyordum? Taklit ederek tabii.

Sonra yaşadıklarımdan yola çıkarak ürktüm sanırım. Özgünlük, özgürlüktür inancım ile dik durma kırılırsın inancım çarpıştı ortada kalakaldım aptal gibi. Çünkü öyle öykülere tanıklık ettim ki, onlar gibi olmaktan korktum. Benim en son noktada tanık olduğum, kıyaslama ile başarılı addettiğim o finalin altındaki öyküyü duyunca aman paketiyle kabul edemem dediğim şeyler, beni bu yanılsamanın içinde tutuyor.

Yani oturarak da bir şeylerin bana hizmet edeceği inancına o kadar ihtiyacım var ki... Koşuşturmaktan yoruldum. Geçenlerde bir bilgiye ulaşmak için dünyanın yolunu teptim, masrafını ettim ve ilk duyduğum dibimdeki bilginin teyidinden başka bir bilgiye ulaşamadım. Döndüm geldim.

Yolda Judith Malika Liberman’ a ait, ‘Masallarla Yola Çık’ kitabında okuduğum ‘İki Hayalperest’ öyküsü aklıma düştü. Hadi yeri gelmişken paylaşayım sizinle:

“Mardin’in hemen dışında, babasının ona bıraktığı küçük bir taş evde yaşıyordu. Taşın rengi; yoldaki toprak ve çevresindeki arazi aynı renkteydi. Bu yüzden insan bu düz çatılı evi ancak yakınına geldiğinde görürdü. Evin arkasına doğru, Ahmet’in ekip biçtiği ve dört koyunuyla beş keçisinin dolaştığı, sarı topraklı küçük bir tarla vardı. Ahmet hayatından memnundu. Ne daha fazlasını istemiş ne de her bir gün gördüklerinin ötesinde ne olduğunu merak etmişti.

Ta ki o rüyayı görene kadar. Ondan sonra her şey değişmişti. Renkli, titreşimli, ısrarcıydı; duyulmak istiyordu ve Ahmet’in, uyur ya da uyanık olsun kendisini unutmasına izin vermiyordu. Ahmet rüyada, rengârenk ipekli cellabeler giymiş kadınlar ve erkeklerle dolu, kalabalık sokaklarda yürüyordu. Kahvede oturan adamların nargilelerinden çıkan duman bulutlarını içinden geçip pazarda baharatlar ve canlı tavuklar satan tüccarlara geliyordu. Sonra taş bir köprüye varıp karşıya geçiyor ve öbür yanda, köprünün ucunda, altınla ve değerli taşlarla dolu bir sandık görüp,”Burası Kahire şehri, bütün bildiklerini bırakıp bu yola düşersen, bir hazine bulursun” diyen bir ses duyuyordu.

Önce rüyayla ilgilenmemişti, ama rüya ona gelmeye devam ediyordu, her akşam. Rüyalarında şehrin sokaklarında yürümeye öylesine alışmıştı ki yavaş yavaş Mardin şehri ona küçük gelmeye başlamıştı. Gün geçtikçe gece alışageldiği renkleri ve sesleri özlemeye başladı. Böylece bir gün koyunlarını ve keçilerini satarak edindiği parayı kemerine koyup ununun hepsiyle pişirdiği ekmek somunlarını sırtına atarak yola çıktı.

Yolda çarıklarını iple onarmak ve ayakları yola alışana kadar bulduğu her çeşmede yaralı ayaklarını yıkamak için defalarca durmuştu. Ekmeğini diğer yolcularla paylaşmış, kervanlara katılmış ve tekneyle denizler aşmıştı. Yolda o başkalarına, başkaları da ona yardım etmişti.

Birçok kez kaybolduğunu sansa da, sonunda Kahire’ye ulaştı. Şehri evi gibi hissetmişti. Rüyalarına da orada o kadar sık yürümüştü ki kokular, sesler, her şey ona çok tanıdıktı. Taş köprünün yolunu kolaylıkla buldu. Karşıya geçti ve köprünün ayağına, rüyalarında gördüğü altınla dolu, açık duran sandığın onu beklediği yere geldi. Ancak orada sandık da yoktu, hazine de. Yalnızca yaşlı, üstü başı yırtık pırtık bir dilenci vardı.

Adam, Ahmet’e dönüp “Gönlünden ne koparsa” diyerek ona el uzattı. Ahmet cebine baktı; son ekmek parçasını da yemişti; Kemerinde son bir bakır kuruşu vardı; onu dilencinin eline tutuşturdu. Yaşlı dilenci onu durdurarak, “Yüzünü sarkıtıp da boş cebinle nereye gidiyorsun kardeşim?” deyince, Ahmet oturup adama hikâyesini anlattı; rüyasını, hazineyi, yolculuğunu...

Dilenci deli gibi gülmeye başladı: ”Dostum, bir rüyaya inanıp da nasıl bu kadar zorlu bir yolculuğa çıkarsın! Ben de yıllardır bir rüya görüyorum; her gece küçük bir şehrin dışındaki taş eve gidiyorum. Toprakla aynı renkte bir ev. Bu yüzden yakınına gitmeden fark edilmesi bile zor. Evin arkasında dört koyun ve beş keçinin özgürce dolaştığı sarı topraklı bir tarla, tarlanın sonunda da büyük bir incir ağacının gölgesine saklanmış bir kuyu var. Ve orada, ağacın altında her gece altın ve değerli taşlarla dolu bir sandık buluyorum. Ama bir rüya için şehrin en kalabalık köprüsünün üzerindeki güzel yerimi bırakıp her şeyi riske atar mıyım? Hayır! Ben burada, güvende olduğum yerde kalırım. En azından burada neye sahip olduğumu biliyorum, senin gibi hayal kırıklığına uğramam.”

Ahmet’in yüzü aydınlanmıştı. Şaşıran dilenciye sarılıp hikâyesi için ona teşekkür etti. Dönüş parasını kazanmak için çalıştı ve artık deneyimli bir yolcu olduğundan dönüş yolu daha kısa sürdü. Vardığında evinin kapısını bile açmadı. Kazma küreği kaptığı gibi incir ağacına gitti, ama kazmaya başlamadan önce, ağaçtan, ayağına büyük bir incir düşürdü. İncir yarılarak kırmızı, yumuşak içini gösterdi. Ahmet onu yemek için durdu. Tadı başını döndürdü. Derin bir nefes aldı. Güneşte ısınmış incir yapraklarının kokusu onu selamladı. Kuyudan su çekip kendine gelmek için yüzüne çaldı ve incir yaprağı kokan suyun tadıyla mest olarak, iç geçirdi. Eve gelmişti. Ağacının altında dinlenmeye karar verdi. Zaten bunca yıldır orada beklemiş olan hazine biraz daha bekleyebilirdi. Küreğinin yanında uyuyakaldı.

Masal, Ahmet’in bir hazine bulduğunu söyler, ama kazıp kazmadığını, hazinenin ne olduğunu söylemez. Bütün bildiğimiz küçük taş evinde mutlu ve uzun bir hayat yaşadığı ve rüyasının peşinden gittiği için hiçbir zaman pişmanlık duymadığıdır.”

Ne yalan söyleyeyim, onca yolu ve masrafı dibimdeki bilginin teyidi için gitmekten pişmanlık duymamış gibi yaptım. Bir yerde okumuştum:

“Pek çok şey- sevmek, uyumak veya etkilenmemiş gibi davranmak vb.- en çok onları yapmaya çabaladığımızda, en kötü şekilde yapılır,” diyordu.

Öbür tarafta yıllarca duyduğum ve NLP çalışmalarında da altı çizilen, algıladığım şekliyle şöyle deniliyor:

“Beyin, gerçekle düşü ayırt edemez. Onun için içselleşinceye kadar –mış gibi yapın.”

Al sana bir paradoks daha!

Dedim ya, zamana ihtiyacı var Özlen’in Özlen’i sadeleştirmesi ve kolaylıkla kabullenmesi için. Teşekkürler.