“İKTİDARLARCA DEĞERLER SİSTEMİMİZDE YER ALIP DA TECAVÜZ EDİLEN HİÇBİR İLKE, BİZİ KOYUN OLMAKTAN DÖNDÜREMEDİYSE ZOMBİYE DÖNÜŞMÜŞÜZ DEMEKTİR. DÜRÜST, İLKELİ VE SAMİMİ OLANLAR; BİZDEN UZAK DURSUNLAR.”

HER ŞEY BİR ÇİVİYLE BAŞLAR...

Birinci fasıldaki “Fareler ve İnsanlar” kitabı kadar uzun olmasa da kıssadan hisse çıkarmayı sevenler için kendini çimdikletecek bu kısacık öyküyü paylaşmak isterim.

“Bir zamanlar köylünün biri atıyla birlikte, ürünlerini satmak için çarşıya doğru yola çıkmış. Yolda atın ayağındaki naldan bir çivi düştüğünü görmüş. Kendi kendine:

- Şimdi acelem var, bir çividen bir şey olmaz, diyerek yoluna devam etmiş. Biraz sonra atın ayağındaki nal düşmüş. Bu kez:

- Bir naldan bir şey olmaz, acelem var demiş ve yine önemsememiş.

Fakat biraz sonra atın nal olmayan ayağına bir diken batmış. At, ayakta duramayınca yere düşmüş ve ayağını kırmış. Köylü:

- Tüh! Başıma bak neler geldi, demiş. Hem işine yetişememiş hem de atın üzerindeki tüm eşyaları kendi taşımak zorunda kalmış”

İnsan bir anlamda kendi kendini tüketmenin yollarını arıyor. Bunu çoğunlukla da kendi isteğiyle yapıyor. Özüyle yaptığı ilk savaşını kaybediyor. Çevresel faktörlerin de katkısıyla sözde yaşamlar sarmalı içinde yer alıyor. Bu defa ortaya garip, sünepe, aciz bir varlık çıkıyor. Bu kişiler toplumsal düzlemde kendini var edememenin ezikliğiyle biat edip hayatta kalmanın yollarını aramayı tercih ediyor. Daha da vahimi varlık sebebinin sadece ayakta kalmak yani tutunmaktan öte bir karşılığının olmadığını kabullenerek kabuğuna çekiliyor. 

Farklı düzende bir hayatın olma ve onu yaşayabilme ihtimalinin olmadığına inanmak; durmanın, gerilemenin, hatta yok olmanın adıdır. “Böyle geldik ve böyle gidiyoruz”dan başka artı değer üretememenin karşılığı boşluk değil midir?

Önce çividen başladık kaybetmeye. Farkında olsak da dönüp bakmadık geriye. Sesimiz soluğumuz çıkmadı. Umursamadık. Sonrası ardı ardına sıralanacağını kestiremedik. Bunu bilenler, görenler ellerini ovuşturdular. Sonra azar azar koparmaya başladılar etimizi. Yine umursamadık. Bizi daha çok sevip okşamak için girdiler içimize. Böylece yönetme ve yönetilme anlayışımızda kökten değişti.

Canımız acısa da dayanmanın kutsallığı anlatıldı. Acıdan mutlu olmayı öğrendik. Geri dönülmez yola girdik cümbür cemaat. Sanal gündemlerle sanal hayatlar yaratıldı. Her şey özden uzaklaşıp sözde haline evirildi.  Sahip olunan tüm iyi ve güzel değerlerle birlikte -her ne kadar literatürdeki karşılığı farklı olsa da- toplumsal yaşama dair her türlü kavram mutasyona uğradı. 

Çimdiklenmekten yani uyandırılmaktan hoşlanmayan geniş kitlelerimizin daha çok okşanmaya ihtiyacı olduğunun hisseden iktidarlar, onları telkin ve teskin edecek manevi uyuşturucuları devreye sokmakta imtina etmezler. Kişinin daha çok neye ihtiyacı olduğunu bildiklerinden tüm yatırımları da onun üzerinden planlamayı tercih etmektedirler. Böylelikle mazlum sıfatını üstlenen çoğunluk, toplumsal alanda kuyruklu demokrasiyle, topal adaletle yaşamaya alıştırılır. Diktaya özenen yönetimlerce bu ikilinin varlığı her seferinde sorun olarak nitelendirilmiştir. Peki, kime ve neye göre bu öngörü oluşmaktadır. Ya bunu hak etmiyoruz ya istemiyoruz, ya da büyüklerimiz yılların tecrübesiyle halka bunları layık görmüyor. Gerçi ihtiyaç hissetme noktasında yeterli talep olduğu da söylenemez.

Belki de hepimiz için ileri demokrasi, adalet, insan hakları ve eşitlik gibi şeylerin yaygınlaştıkça insanlar daha az uyuyup daha fazla yaşamla iç içe olacağı bilinmektedir. Bu da daha iyi yaşama isteğini tetikleyeceğinden ve erken kalkmanın alışkanlık haline gelmesinden korkulmaktadır. Tüm bunların altın tepside ikram edildiği hiçbir toplum ve devlet yoktur. Bir bedeli olduğu ve bunu ödemenin de herkesin harcında bulunmadığı söylenebilir. Buna karşın manevi doyumun her şeyin üzerinde olduğu savı, yaşam standartlarıyla doğrudan ilişkilendirilerek her koşulda bir memnuniyet havası estirilmektedir. Farelerin dönüşümü, sosyal hayattaki karşılığı değer buldukça diğer türlerin kapladığı alan azalacaktır.

Petrol yok anlaşılabilir, maden yok anlaşılabilir, et, ekmek, su yok, iş yok eyvallah; ancak demokrasi, eşitlik, insan hakları ve adalet yok demenin bir karşılığı var mıdır? Eksilmek, yerine konulmadığı sürece boşluk yaratmaktadır. Hımmm! Demekle birlikte kendimizi çimdiklemen gerekmiyor mu? Şimdiye kadar neyimiz vardı ve ne oranda eksildi. Bunun yerine ne geldi, ne koyabildik?  İşte bunlara karşın diktaların yalancı çoban “Ziyaaaa”ları meydan meydan dolaşıp toplumu okşamaya başlıyorlar. Onları dinledikçe huzur dolan içimiz, Allah razı olsun, dualarıyla birlikte refaha eriyor. Artık idare etmek şöyle dursun; fazlasının toplumu bozacağının düşünüyoruz. Yetinmenin kutsiyetiyle güçlü olanı savunmaya geçiyoruz. 

Geride ötekileştirilen, ayrıştırılan, hukuksuz nitelemelerle bölücü, terörist, anarşist ilan edilen mutsuz azınlığın durumu ise kimsenin umurunda değil zaten. Ehlileştirilmesi imkânsız görülenleri de en kötü kolluk kuvvetlerince bertaraf etmek geri kalmış demokrasilerde hiç de zor değildir. 

Hayatımızda değerli olup da değersizleştirdiğimiz maddi manevi ne çok şeyin olduğunu fark etmiyoruz aslında. Bunların zincirleme reaksiyon yaratabilecek kadar önemli olduğundan kimsenin şüphe etmemesi için en yakınımızdan başlamak üzere hemen herkesin bir çimdiğe ihtiyacı olduğunu düşünmek gerekir. Belki de kaybettikleri veya düşürüp de önemsemedikleri bir çivisi vardır.

MESUT AKÇA