Despot Baba ve Oğlunun Teslimiyeti

 

Vakti zamanda dört çocuklu bir aile kırsal kesimde huzur ve mutluluk içinde yaşar… Meşakkatlerini, kendilerine ait olan sebze-meyve bahçelerinde geçirir, geçimliklerini bahçede kazanırlar. 

Anadolu’nun her köşesinde olduğu gibi, bu ailede de evin reisi babadır. Öylesine despot bir baba ki, çocukların evliliklerinin her ayrıntısına müdahale eder…

Çocuklarından birisi tahsil hayatının nihayetinde şehre yerleşir ve ikamet etmiş olduğu kentin bir camisinde imam-hatip olarak göreve başlar.

Köy gibi küçücük bir yerleşim biriminden ayrılıp şehre yerleşen bu çocuk, hayallerine ulaşmak için önemli bir adım atmış olmanın mutluluğu içerisindedir.

Bir yandan imam-hatiplik görevini bihakkın ifa ederken, diğer yandan önemli bir üniversitenin güzel bir bölümünü kazanıp, gerçek hayaline kavuşmanın azmi içerisindedir.     

Hedefini belirlemiş ve adım adım hedefe varmanın mutluluğu içinde mesut bir yaşam sürmektedir.

Öte yandan köydeki babası derin derin düşüncelere dalmış: “Ne olacak şimdi bu çocuğumun hali? Mesleği elinde gurbet ellerde, kurda-kuşa yem olmadan bu çocuğu baş-göz etmek lazım, ama nasıl? ” diye dertlenirken, bir anda toparlanıp, “Bu kadar düşünmeye ne gerek var canım. Altı üstü bir evlilik değil mi? Şu bizim komşunun evde kalmış kızı ne güne duruyor. Hem komşuyuz hem de çok çalışkan ve akıllı bir kızcağız. Ağzı var dili yok… Şimdiye kadar ‘kızı bağda-bahçede çalıştıracağız’ diye kimseye vermediler. Evde kaldı gitti, alırız bizim oğlana mutlu olur, geçinir giderler” der.

O dönemde kızlar yirmisini geçince evde kalırmış, bu kızcağız da otuz beşine merdiven dayamış.

Anlayacağınız hiç şansı kalmamış…

Despot baba; kararlı bir şekilde kendinden emin harekete geçer: Ne gerek var ev ahalisine danışıp istişare etmeye…

Hele evlendirmek istediği oğluna anlatıp fikrini almaya sormaya hiç gerek yok.

Ne önemi var bütün bunların cevaplarının burada… En önemli olan baba öyle uygun gördü…

Kalkılır kız istenirken neler gerekiyorsa alınır, kız evine istemeye gidilir, muhabbetler edilir, kahveler içilir, konu gelip esas konuya dayanır: “Allah’ın emri peygamberin kavliyle kızınızı oğlumuza istiyoruz.” Karşı tarafta “verdik gitti” dedikten sonra hazırlıklar başlar.

Bir Allah’ın kulu da “Evlenecek oğlunuz nerde” diye sormaz. Babanın öyle sert öyle kesin tavrı vardır ki, kimseler cesaret edip soramaz. Buna kız evi de dâhil…

Zaten öyle bir dönemki; büyüklerin sözlerinin emir telakki edildiği, anne ve babaların lale devrini yaşadığı bir zaman…

            Hülasa düğün dernekler kurulur, davul zurna çalar, halaylar çekilir, herkes gönlünce eğlenir.

Damatsız düğün güneş batıncaya kadar devam eder… Şenlikler akşamın karanlığıyla birlikte nihayete erer.  

İnanılır gibi değil; şehirde yaşayan ve hiç bir şeyden haberi olmayan esas oğlan, kendi düğününde damat olamayan imamımız özgürlüğünün son gününün yatsı namazını kıldırırken canı bildiği babası hayatının kontrolünü çoktan eline almıştı.

Onun kiminle ömür geçireceğine karar vermişti! Oğlu için çok doğru bir seçim yapmış olmanın gururuyla gelinini de yanına alıp otobüse binip yola düşer…

Hayli uzun bir yolculuğun neticesinde sabahın erken saatinde imamın bulunmuş olduğu şehre ayak basarlar.

İmam efendi sabah namazını kıldırıp evine dönerken “o da ne?” Babası ve yanında bir kadın…

Bir an kendi kendine mırıldanır: “Memleketten misafirle gelmiş babam…” Hemen babasının elini öper, misafir sandığı eşine “Hoş geldin abla” diyerek içeri buyur eder.

Hal hatır sorulduktan sonra babası çok iyi bir iş yapmış olmanın gururuyla söze başlar. “Oğlum Allah mutlu-mesut etsin, düğününü köyde akrabalar ve köylülerle yaptık. Allah var, çok da güzel oldu. Bu da senin hanımın! Allah geçim huzur versin” der ve oğlunu dinlemeden kalkar ve gider.

Damat imam, babasının arkasından sadece baka kalır. Sanki nutku tutulmuş gibidir. Aklı durmuş, sözcükler kifayetsiz, hayat anlamını yitirmiştir:

“Aman Allah’ım! Bu olabilir miydi? Gerçek miydi, yoksa rüya mıydı? Yok yok kesin rüyaydı, gerçek olamazdı.”

Uzun bir süre sessizlikten sonra yavaşça kalkıp yan odaya geçer ve hıçkıra hıçkıra ağlar ağlar…

Günlerce evin içinde tek bir cümle söylenmez. Saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovalar…

Aynı evin içinde iki yabancı gibi yaşarlar. Fakat evliliğini kabullenip, “kader” diyerek hayatını devam ettirmesinin şart olduğunu bilir. Başka seçeneği yoktur…

Eşi diye kendisine babası tarafından uygun görülen kadınla aralarında tam on yaş vardır! Ablası yaşındadır!

Her ne olursa olsun kabul etmek zorundadır. Babasına asla karşı gelemez. Hayatı pahasına da olsa kabul edip sineye çekmekten başka yol yoktur.

Çünkü bu yaşına kadar ailesinde hiç bir fert, babasının sözünün üstüne söz söylememiştir. O babaydı ne söylese ne yapsa doğruydu.

Babasına olan saygısı duygularının önüne geçer ve bağrına taş basarak yaşamına devam eder…

            Selam, sevgi ve gönül dolusu muhabbetlerimle…

 

 

            Not: Bu hikâye hayal ürünü değil; Anadolu’da yaşanmış bir öykü.   

 

 

                                                                                                     Bilal KARADAĞ

                                                                                              [email protected]