Yaşam içerisinde başımıza ne gelmişse çoğu şeyi bildiğimizi zannetmekten gelmiştir. İpin ucundan accık tuttuğumuzda gerisinin geleceğine inanmakla kalmamışız, tüm hayatımızı o ip uğruna harcamayı dahi göze almışızdır. Bilmenin yanı sıra tanımakta da üstün bir vasfımızın olduğunu düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Sesi gür, inançlı, paralı, güçlü birilerini tanıdık mı; bedenimizle, ruhumuzla ve aklımızla teslim oluyoruz. Kul olma yolunda olanların, sanal tasmayla dolaşmanın kutsiyetiyle hareket edenlerin hiç de azımsanmayacak sayıda olduğunu görmek gerekiyor. Bu teslim olma, biat etme tıyneti neticesinde çocuklarımıza mutlu bir geleceğin özlemini aşılayamıyoruz.

İngiliz yazar Thomas Stearns Eliot dediği gibi: "Bazıları ışığın, bazıları gölgenin peşine düştüSeçmiş olduğunuz ve karar verdiğiniz şeylerin bedelini siz ödersiniz; size akıl verenler değil." 

Hayatımızın önemli bir kısmını düşünmekle, akabinde çeşitli değerlendirmeler yaparak geçiriyoruz. Bizler gurur duyduğumuz(!) bu yeteneğimiz sayesinde birçok kararlar alıp adımlar atıyoruz. Doğamız gereği bedenimizin de kendi şartlarına uygun olarak değerlendirmeler yaptığını biliyoruz. Beynimiz bedenimizden gelen sinyallerle doğasına uygun olarak tedbirler alır. Üşüme halinde önce titremeye başlarız; sıcakladığımızda ise terleme reaksiyonu gerçekleşir. Susadığımızda, acıktığımızda, uykumuz geldiğinde farklı belirtiler görür, duyar, hissederiz. Tüm bunlar birbirini tetikleyen sebep sonuç ilişkisine bağlı olarak ortaya çıkan tepkimelerdir. Bir de doğal olmayanlar var hani.  Tamamen duygusal bir o kadar da fikirsel olanından. Hayatımızın neredeyse tamamını etkileyecek, uğruna kendimizi feda edebileceğimiz türden öyle doğamızla da alakası olmayan bir yığın saçmalıklar bütününe sahibiz. Bir daha dünyaya gelmeyeceğimiz(?) hasebiyle dolu dolu, mutlu ve rahat yaşamayı neden mümkün olmasın. Birileri ve bazı toplumlar bunu nasıl başarmış? Bunu birilerine el avuç açarak elde etmek mümkün mü?

Doğal süreçlerimiz dışında hemen hemen tüm yaşamımızı etkileyen yapay kurallar, kanunlar, gelenekler, alışkanlıklar kısaca sosyolojik uyarıcılar vardır. Bunlar bedenimizin ve ekolojik yani çevresel faktörlerin verdiği tepkimelerden çok daha ileri boyutlardadır. Düşünmeyle birlikte varlık nedenlerimizi düşünüp yaşarken ilkelerimiz ve de en önemlisi mutluluk arayışımızdaki sınırları da belirliyoruz. Yakın çevremizden başlayarak kapsama alanımızın sınırlarını çiziyoruz aslında. Bu noktada benlik kavramı ortaya çıkıyor. Böylece kendimizi sorumlu hissettiğimiz kişi ve çevreler ölçeğinde varlığımızı somutlaştırabiliyoruz. Birey olarak istesek de istemesek de bu sınırları olumlu ve olumsuz anlamda her zaman genişletme çabası içine girmekteyiz. Bunda da inandıklarımız değerlerle birlikte, çıkarlarımız ölçeğinde, davranışlarımız ve çabalarımız şekillendiriyor.

Bizimle birlikte, bizi de içine alan daha büyük bir oyunun içindeyiz aslında. İdeolojiler, inançlar, sermaye odakları bu hâkimiyet alanı için mücadele etmeyi bir amaç edinmiştir. Bir süre sonra aynı veya benzer düşünenlerin birlikte hareket etmesiyle hastalık boyutlarına ulaşabilen bağımlı bir grubun içinde olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Herkes en iyisinin kendisi olduğunu zannetme hastalığına tutulmuştur. Çoğumuzun düşünme, sorgulama, araştırma yetileri tamamen törpülenmiştir. Öyle ki tüm düşünme faaliyetini kendi ölçeğimizdeki bilgi ve donanım kadarıyla yapıyoruz. Tüm alanlarda geri kalmamızın temel nedeni belki de budur.

Her bireyin GSM operatörleri gibi kendi kapsama alanı olduğunu varsayılır. Güçlü bir alt yapıya sahip olan kişilerin etki alanı diğerlerine göre daha fazladır. Bu etki alanımızı en iyi kendimiz bilmekteyiz. Kimlere ne oranda dokunduğumuzu, etkilediğimizi belirleyen ise ilişkilerimizdeki dengedir. Burada sayı ve nitelik ayrımının yapılması önemlidir. Bu özel mi yoksa sıradan biri olmak istediğimizle doğrudan alakalıdır. Çeşitli yol ve yöntemler kullanılarak herkes kişiliğini baskın, değerlerini, ideolojisini hâkim kılmaya çalışıyor. Bunu bilgi ve tecrübesine güvenenler ikna yoluyla diğerleri ise daha çok şiddet, para, inançları alet ederek yapmaktadır.

Devlet mekanizması ise demokratik teamülle mi; yoksa belirli bir zümrenin çıkar odağına hizmet etme anlayışıyla mı yönetilmektedir? Gördüklerimizle birlikte yaşadıklarımızın samimi muhasebesi yapıldığında durum içler acısıdır. Adına her ne kadar demokrasi dense de sözlükteki anlamından uzak uygulamalarla karşılaşmaktayız. Burada demokrasi kavramının içinin ne ile dolu olduğunu önemlidir. Hemen her iktidarın adınım dilinden düşürmediği bu kavramı, halk ne kadar biliyor. Peki,  bildiği sandığı bu şey yanıldığına yetiyor mu? Test etmenin hiç de zor olmadığını söylemek gerekir. Tek yapmanız gereken bir kahveye gitmek, olmadı bir metroda, bir salonda, sokakta yapılan bir röportajda hemen her yerde uzmanlarımızı bulmak zor değil. Amcalar, dayılar, teyzeler, hocalar, hacılar, gençler, işçiler, köylüler… Hepsi en irisinden nazar boncuğu hak ediyor sanırım. Belki de tüm sorun araştırmayan, sorgulamayan kitleye birilerinin yarım yamalak bildiği demokrasiyi anlatıp ikna etmesinden ibarettir.  Aksi durumda tüm bunların gölgesinde emir ve talimatlarla sürü halinde hareket eden bir yapının parçası olmaktan öteye geçemeyeceğimiz kesindir.

Bugünlere nasıl geldik. Kim, kimler ne söylemiş, ne kadarı doğru?  Merak ediyor muyuz, soruyor muyuz, araştırıyor muyuz, biliyor muyuz yoksa bildiğimizi mi düşünüyoruz? Evet, belki de en acınası durumumuz çoğu şeyi bildiğimizi düşünmemizden kaynaklanıyordur.

Doğru bilginin asla yanıltmadığını, temel sorunun bildiklerimizin yanlış veya eksik olduğunu düşünmüyor olmamızdan kaynaklanmaktadır. Bunu bilmek değişim için önemli bir hamledir. Ön yargı esaretinden aklına gelen gelmeyen her şeyi sorgulayabilmeliyim, diyerek kurtulabiliriz.  Öğrenmeyle birlikte değişimin tohumları atılmaya başlanır o zaman zihin tarlamıza. Sonrasında sulamak kalıyor. Bunun yolu da bilimden, araştırmaktan, sorgulamaktan geçiyor.

Dönüp geriye baktığımızda ucundan azıcık bildiklerimizle meğer ne ahkâmlar kesmişiz. Asıp, kesip biçmelerimiz de cabası. İşte o zaman bildiklerimiz yanıldığımıza yetmiyormuş. Her şeyleri biliyormuşçasına ne havalar atmaya çalıştığımızı bir hatırlayalım. Sonrasında birisi veya birileri çıkıp lafı ağzımıza tıkıyor işte. O zaman da öfke nöbetleri başlıyor. Gözümüz dönüp, sövüp saymalar eşliğinde sürü psikolojisinin de etkisiyle bahaneler üretip duygusala bağlanıyoruz. En kestirme yol hazır elimizin altında diyerekten vatandan, bayraktan ve Sakarya’dan destur alıyoruz. Milletle, dinle, imanla kasıp kavuruyoruz top yekûn. İşte o zaman rahata eriyor acizliğimizin şehveti.

MESUT AKÇA

Eğitimci Yazar