(1)

Bilmediklerimiz derya deniz olsa da bildiklerimizi göz ardı etmememiz gerekiyor. Kafayı çok yormadan belli başlı neler biliyoruz acaba? Aklıma ilk gelenleri sıralayabilirim. Sizler de devamını getirebilirsiniz.

Öncelik kendimizle ilgili olabilir:

Yeterince dürüst davranmadığımızı biliyoruz,

Okumayı çok sevmediğimizi de,          

Sabah akşam televizyon karşısında niteliksiz boş vakit geçirdiğimizi de,

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın dediğimizi de biliyoruz, 

Kör, sağır, dilsiz taklidi yapmayı da

Çevremizdeki çoğu şeyden korktuğumuzu, yapmacık yaşadığımızı da,

Dedikodu yapmakta, ona buna atmaktaki marifetimizi de biliyoruz,

Yalan dolanla kanka olduğumuzu bizle beraber dünya âlemin bildiğini de biliyoruz,

Vergi kaçırmadaki ustalığımız dillere destan, muhasebecilerimize kırk takla attırabiliyoruz,

En güzeli tüm bunlara rağmen temize çıkmayı da bilmemiz…

Pekâlâ, kendi gerçekliğimizden sıyrılıp çevreye baktığımızda neler biliyoruz?

Mesela, kaliteli bir eğitim almadığımızı biliyoruz,

Kitap okuma oranımızın yerlerde olduğunu da,

Üniversitelerimizin içinin boşaltıldığını, liyakatten eser kalmadığını da biliyoruz,

Kaliteli bir sağlık hizmeti almadığımızı da,

Ekonominin, iç ve dış politikanın yere çakıldığını da biliyoruz,

Ülkenin ne kadarının asgari ücretle çalıştığını da,

Verginin de vergisinin alındığını da biliyoruz,

Dürüst çalışarak ömrümüzün sonuna kadar bir ev araba alma şansımızın olmadığını da,

Emekli maaşıyla kimseye muhtaç olmadan geçinemediğimizi de biliyoruz,

Tatil beldelerimizden daha çok kimlerin faydalandığını da,

Her yaz tatile gitmenin otelde bir hafta geçirmenin hayal olduğunu 

Mülakatla alınan yerlere torpil olmadan giremeyeceğini de biliyoruz,

Her an herkesin terörle veya uydurma suçlamalarla içeri alınabileceğini de,

Alın terinin, dürüst olmanın para etmediğini de biliyoruz,

Çocuklarımızın geleceğe dair hayaller kuramadıklarını da,

Genelde siyasetçilerin yalan söylediğini, sözünü tutmadığını da biliyoruz,

Gemisini kurtaranın kaptan olduğunu da,

Çoğu yerde hele de kadınların akşam saatlerinde sokağa çıkamadıklarını da biliyoruz,

Çocuk yaştaki kızlarımızın zorla evlendirildiğini de,

Dincilik yapanların, dini pazarlayanların, inançlar üzerinde oynadıklarını da biliyoruz,

Havamızın, suyumuzun azaldığını, kirlendiğini de,

Doğamızın, ormanlarımızın, denizlerimizin talan edildiğini, ranta kurban gittiğini de biliyoruz,

Hemen hemen hiçbir şeyin şeffaf açık, hesap sorulabilir olmadığını da,

Her koyunun kendi bacağından asıldığını da biliyoruz çok iyi,

Yarın Avrupa kapılarının açılmasıyla ülkede genç kalmayacağını da,

Nitelikli iş gücünün bilim insanlarının ülkeyi terk ettiğini ve edeceğini de biliyoruz,

Çoğumuzun kafayı kuma gömdüğünü ve kıçımızı kimsenin görmediğini zannettiğini de biliyoruz,

Kimsenin mutlu olmadığını ve öyle göründüğünü de biliyoruz,

Dünyaya bir daha gelmeyeceğimizi de biliyoruz.

Belki de temel sorun; bildiklerimizle ne yapacağımızı bilmiyor olmamızdır.

                                                      (2)

Bilip de bilmezlikten gelme tutumu gündelik hayatımıza o kadar sirayet etmiş ki sanki herkes edebiyatçı kesilmiş. Divan şiirinde sıkça karşılaştığımız adına da Tecahül-i Ârif (bilmezlikten gelme) denilen bir sanattır. Kibarlığı elden bıraktığımız durumlarda ise kendini saf, budala yerine koymak da diyebiliriz. 

Kişinin kendiyle yüzleşemediği anlarda ortaya çıkar. Bunu fark etsek de karşılarına geçip söyleyemiyoruz. Kimse doğruları biliyorum ama yine de yapıyorum ahmaklığına düşmek istemez tabii. En azından herkesin kendini zeki olarak gördüğü, öyle de düşündüğü bir düzende yazdıklarımı üstüne alınacak kimsenin olmaması sevindirici.

Hayatımızda kabullenme yetisi üst seviyelere ulaşmış olsa gerek, karşılaştığımız gayrı ahlaki ne kadar şey varsa sıradanlaşmıştır. Önce küçük bir hayret ünlemi  ardından hayatımıza kaldığı yerden devam etmek. Nasılsa birilerinin hem gidişatın hem de bizim tüm açığımızı kapatacağına öyle inanıyoruz ki… O zaman hafifliyor bir an için sızlayan vicdanımız. Dünyanın adaletini o birileri bizim yerimize sağlayacağına olan inançla konforumuzdan taviz vermemeye alıştık.  Belki de bilmiyormuş gibi yapmaktaki uyanıklığımız bu yüzdendir. Böylece dolaylı da olsa sistemin avanelerinden biri oluyoruz.

Ya gerçekten bir şey bilmiyoruz ya da bilmezden gelme ahmaklığına düşüyoruz.  Bu tutumumuz yaşam tarzımız haline geldikçe zihnimizi, duygularımızı ve samimiyetimizi kaybettiğimizi dahi düşünmüyoruz. Bu da koskoca dünyada, yaşayacağımız güzel günleri sürekli ertelememize sebep oluyor. Sorumluluk üstlenmektense o duyarlı birilerinin sırtına çöreklenmek daha cazip olmuştur. Sadece kendi hayatımıza bakmak bencillikten öte sosyal sorumluluktan kaçmaktır. 

Mücadele ruhumuz yerini miskinliğe, duyarsızlığa daha da ileri gidersek insanlıktan uzaklaşmaya sürüklemiştir. Oysa hayata dair beklentilerimizin düzeyi edindiğimiz tecrübelerimizle sınırlı değil midir? Dünyayı tanıdıkça ufkumuzun gelişip değiştiğini fark edeceğiz. En azında beynini kiraya vermeyenler için bu böyledir. Çıkarsız, samimi, objektif bir gözlem neticesinde kendi yaşam gerçeğimizle yüzleşebileceğiz. En önemlisi de komik duruma düşmeden gündelik hayatta olan biten ne varsa doğru değerlendirebiliriz. Böylece edebiyattan aldığımız Tecahül-i Ârif (bilmezlikten gelme) sanatı da kendi deryasında yelken açmaya devam edebilecek.

Bazı kavramlar vardır farklı tanımlamalarla şişirilmiş. Kişiler de kendilerini o kavramın  içinde veya dışında görmesiyle birlikte yaşama dair gerçekliğini ortaya koyar. Koca bir ömrü kimin çizdiği, tanımladığı veya uydurduğu çok da belli olmayan çerçevede harcar. O şişirilen kavramlar doğrultusunda kimi canlar alınır ve verilir. Bu gayet anlaşılır bir tutum olarak görülebilir. Temellendirilen sorun ise bunu bilerek mi yoksa bildiğini sanarak mı yaptığıdır. İçi doğru tanımlamalarla doldurulmayan her kavram balon misali patlamaya hazırdır. Dokunacak bir iğne ile haşmetinden eser kalmayacaktır. Kavramın kendi çıkarına uygun tabir edilen kısmıyla ilgilenen saf çıkarcılar, bu tutumlarıyla kendi dışındaki fikirlere yaşam hakkı dahi tanımamayı kutsallaştırmaktadır. o yüzden bilmekle, bildiğini sanmak kadar, bildiği halde bilmezden gelmenin de sorumluluğu can yakıcıdır.

İnsanlığa dair tüm değerleri diline dolayan, bu konuda sürekli dinden, tarihten, tarihi şahsiyetlerden ağlak öykülerle nabza göre şerbet veren bağnaz oluşumlar zenginleştikçe popülaritesi de artıyor. Çalışmadan kazanmanın en kolay yolu değil midir? Bu zihniyetlerin hemen hepsi fakirlikten, yetinmeden, şükretmekten bahsetse de fakir değildir. Onları doyuracak hiçbir kazan icat edilmemiştir. Çoğunlukla da onlar sayesinde aklımızı kullanmaktan uzaklaşıyoruz. Her şeyi bizim yerimize başkası bilmekle, düşünmekle meşgul zaten, diyerek sırt üstü yatıyoruz. En kötüsü belki de düşünme tembelliğidir. Tembellik sunulanla yetinmektir. Hemen her şeyi bildiğini düşünen ancak halk tabiriyle bir b.k bilmediğini kabullenmeyen bireyler, aynı zamanda da en çok kandırılandır.

İşte yine edebiyatın o meşhur sanatı devreye girer; bilip de bilmezden gelmeden ziyade safa yatma sanatı. Kendini temize çıkarmanın masum yüzü de diyebiliriz. Yanıldığımız samimiyetle itiraf ettiğimizde sonraki süreçlerde olması gereken doğrultuda adım atılacağı düşünülür. Bu zor bir matematik değildir. Artık “Aaaah, vahhh, tühhh!” nidalarıyla bangır bangır bağırmamızın bir karşılığı olacağını düşünürüz. Kendi kendimize "Artık adam olmuşuzdur" diyerek yeterli dersi aldığımızı düşünürüz. Gel gör ki tüm bunları rağmen şahit olduğumuz her türlü ahlaksız ve etik dışı olay ve olgularıdan bihabermişiz gibi davranmayı tercih ediyoruz. Böylece bilmezden gelme sanatınmız olan Tecahül-i Ârif, şairlerin mısralarından ayrılıp cehaletin emrine giriyor.

Otoritenin kabul ettiği tanımlamalarla hareket eden tüm oluşumlar bilimin temel aldığı araştırma, sentez ve analiz üçleminden kurtulmanın verdiği rehavetle linç kültürünün esiri olurlar. Sürü psikolojisi olarak da adlandırdığımız bu tür ortak girişimlerde sebep sonuç ilişkisi kurma ihtiyacı güdülmez. Güç odaklarının de en sevdiği yön de budur. Biz söyleriz onlar yapar, hem de hunharca alkışlayarak  -Kraldan çok kralcı yaklaşımla- bir de kralın bile tahmin edemeyeceği ölçüde…

İçeriği bilinse de safsatayla doldurulmuş nice kavram, anlam kargaşası yaratılarak toplumu ayrıştıracak boyutlara getirilip linçe sürükleyebilecek balonlar haline getirilmiştir. Güç ve çıkar odaklarınca da kimin üstünde isteniyorsa onun üzerinde patlatılıyor. Kandırılmaya müsait olmayan, kavramları doğru ve yerinde algılayan, kullanan bilgi toplumu için bu yapmak oldukça zordur. Bunlar hiçbir dönemde gelenekçi olsa da biatçı olmamışlardır. Okuma kültürü, yanında değerlendirme ve sorgulama yetisini de aktive etmiştir. Ne zamanki yozlaşma başladı o zaman karanlık düşünceler halaylar eşliğinde sahneye çıkmıştır.

Her şeyi bildiğini sanan gelenekçi yapı, ecdadın topraktan çıkıp geleceğine inanıp onla yetinerek toplumu sırt üstü yatmaya alıştırdı. İçi boş gurur tablolarıyla oyalanan düşünme tembeli nesiller çağın gerektirdiği fikirleri düşmanlaştırdı. Hem de bilim ve teknolojinin nimetlerinden faydalanmada ecdada pay çıkarma ukalalığından da geri kalmadan. Tüm bunlar gündelik hayatımıza  o kadar adapte olmuş ki al, kullan, at, yenile döngüsü içerisinde var olmaya çabalıyoruz. 

Kaygılar ve kalıpların toplumu ayakta tuttuğuna inanılır. Ve bu doğrultuda her zaman bir düşmanın olduğunu hissedersin. Güven duygusunun sınırlarını daralttığını anlamazsın. Korku ve endişe üzerine yaşamını inşa ederek kültür, sanat ve bilime yabancılaşırsın.  Bu anlayışa sahip olanlar cehaletin asıl düşman olduğunu hiçbir zaman kabul etmeyecektir. Kendi belirlediği ve yarattığı kimi zaman sanal düşmanla mücadele etmeyi esas alacaktır. Kendi tekelindeki bu düşman güç, hiçbir zaman kaybolmayacaktır. Demokratik olmayan yönetimleri ayakta tutan da budur aslında.  Böyle ülkelerde bilimsel, laik, demokratik, nitelikli eğitimden her zaman uzaklaşıldığı görülmüştür.

Sözde demokratik diktatöryal yönetimlerce evrensel değerler, milli ve gelenekçi unsurların yanında her zaman göz ardı edilmiştir. Özellikle eğitim politikalarını sadece kendi hassasiyetleri doğrultusunda belirlemek o toplumu geriletse de koltuğun sıcaklığı ve konforu her şeyin üstündedir. Kendi yakınlarını bundan uzak tutup en iyi eğitimi düşmanlaştırdığı ülkelerden aldırmaktan çekinmese de bu durum yine toplum tarafından bilmezden geliniyor. Bu sistemde çoğunluğun halinden memnun olarak hareket etmesi üzerine bizim de Tecahül-i Ârif (bilmezlikten gelme) yapmaktan başka çaremiz kalmıyor.