Hepimizin bir rengi var aslında. Gözümüzü açmakla etrafımızdaki renkliliği görmemiz mümkün olacak. Hem de tüm renkleri. Tek yapmamız gereken bunu isteyip istemememiz. Siyahı, beyazı, sarıyı, kırmızıyı, yeşili… Ama öyle bir yaşam sürüyoruz ki kendi rengimizi kaybettik. Herkes birbirine o kadar benzedi ki her tarafımız griye çalıyor.

Kendimizi insanların gözünde bir noktaya konumlandırıyoruz. Bazen olduğumuz gibi bazen de olmasını istediğimiz bir algı yaratıyoruz. Nerede ve nasıl olmasını kendimiz belirlediğimiz gibi olaylar ve olgular da konumumuzu etkiliyor. Sabit kalanlar için tehlike çanları çalıyor demektir. Gri kalmayı, hayatta her an dönebilecek, ani manevralar yapabilecek potansiyelde olmayı maharet kabul ettik. Yaşadığımız toplumda ister yakın ister uzak çevremizde accık ondan, accık şundan, birazda bundan olmanın kimseye zararı olmaz.    

Peki, olduğumuz yerden memnun muyuz, yoksa hayallerimizden, yüzleştiğimiz gerçek benliğimizden uzak mıyız? Yaşam içerisinde hayatta mı yoksa ayakta kalma adına mı tüm savaşımız? Yoksa karşılaşabileceğimiz riskleri en aza indirgemeye mi çabalıyoruz? Pekâlâ, içimizdeki korkunun eşiği tüm hayatımızı şekillendirmiyor mu? Konumlandığımız yerdeki hareket alanımızı ne belirliyor? Biz mi yoksa birileri mi bize” DUR” ikazı çekiyor?

Bizi frenleyen neler olduğunu tahmin edebiliriz. Doğduğumuz yerden başlamakla birlikte, aile yapısından, geleneklerden, inançlardan, ideolojilerden, bilgi ve tecrübelerden; en önemlisi de mevcut yönetimlerin dayattığı eğitim sisteminden... Özgürlükle aramızda çok ince bir çizgi olsa da çoğu zaman öyle hissetmekle mutlu oluyoruz.

Her alanda aşırı olmak özel insanlara has bir olgu olarak nitelendirilir. Ya çok zeki ya da deli olarak damgalayıp geçiyoruz. Rengi ya siyahtır ya beyaz. Gri ton pek bulamayız onlarda. Tarih sahnesinde hep onlardan söz edilir. Göze almak tarihe adını yazdırmakla taçlanabiliyor. Bunun tam tersi de olabiliyor. Korku iklimini yaratabilmenin örneklerini de barındırır tozlu sayfalarında. İşte buna da risk diyoruz. Korkumuzun devreye girdiği nokta da burasıdır aslında. Bizi bir yerde konumlandıran da odur. 

Ortalamada kalmak iyi ve normal kabul edilir. Bunun altı da üstü de sakıncalıdır. Beklentimiz ortalama bir dünyadan ortalama bir yaşam sürüp yaşlanabilmeyi ummak. Ardından mezarlık seremonisi… Herkes için hayat, kaldığı yerden devam edecek. Artık toprakla, börtü böcekle işin… Sana dair ne kaldıysa kaybolacak. Fazla değil iki nesil sonra hatırlanmayacaksın bile.

Tehlikelerden uzak, beni ben yapacak bir yaşam formu yakalamışsan ne mutlu… Bununla birlikte ahlaki değerler ölçüsünde vicdanını da rahatlatmayı da başarıyorsan diyecek bir şey yok. Bir de kendini çoğu şeye duyarlıymışsın havası yaratabilmişsen değmen keyfine. Ortada kalmak tehlikeli durumlardan kurtulma adına iyidir. Tehlike iki baştan da gelebilir. En güvenli bölgedir. Ne yaşatır ne öldürür. En kötü arada sıkışırım diye düşünürsün. Sürünsen de bir gün yürüyeceğin hatta koşacağın günün hayalini kurabilirsin. Orta direk kavramının “cuk” oturduğu yer tam da burasıdır. Bunu yaşam biçimi haline getirmek cenderenin içinde çırpınmakla eş değerdir. Bir bakmışız ki tüm hayatımız bu çırpınışlarla geçmiş.

Kavramlar ve onlara yüklediğimiz anlamlar... Yaşam içerisinde geliştirdiğimiz vazgeçilmez bir taktik.  Herkesin değer verip de ağzından düşürmediği kavramlar. Kafa karıştırma adına oynanan “Ali Cengiz Oyunları”…  Bizi kurtaran yarattığımız yegâne kargaşa... Bir kavramın ne anlattığından ziyade; bizim ne anlattığımız ve neyi anlatmak istediğimizle anlam kazandırıyor olmamız. Altını kim neyle doldurursa o odur. Bu konuda Türk Dil Kurumu acınacak duruma düşmüyor değil. Herkes aynı sözü kendi çanağında evirip ortaya döküyor sonuçta. Kavram kargaşası neticesinde koca bir salata çıkıyor. Bu salatadan yiyen nesiller de her ipten, her telden oynayabilecek hale geliyor. Sonrasında niyet okumalar başlıyor. Böylece takla atmayı öğrenen  7’den 70’e ahalimize açıklamanın açıklamasını yapmak zorunda kalıyoruz.

Salata deyip geçmemek lazım. Şöyle ortaya karışık bir şeyler koy, demek ne kadar da keyifli değil mi? Rahatlıyoruz, öz güven geliyor birdenbire. Detaylarla uğraştırma beni, demenin Türkçesini kullanıyoruz. Ortada salatanın olması, yemeğin olmazsa olmazıdır. Soframız gözümüzü de gönlümüzü de doldursun isteriz. Salata bu, yemeği beğenmediğimiz de imdadımıza yetişen yegâne kahramandır. Hele açlıktan gözümüz döndüğünde yemek gelene kadar onunla bastırdık öfkemizi. Salata olmanın güzelliği belki de burada yatıyor.

Salata kadar olmasa da orta şekerli kahve tadında yaşamak da iyidir. Ne acısındır ne tatlı. Her türlü giderin var demektir. Net olabilmenin kutsiyetinde sıyrılıp, gri takılmanın saltanatını sürmek daha cazip geliyor hepimize. Peygamber olmadığımıza göre ne siyahta kalabiliyoruz ne beyaz da… Arada kalmanın her an bir yöne kanalize olmanın rengi olan griyi geçirmişiz sırtımıza. Böylece ne şişi ne de kebabı yakmış oluruz. Ne haklısın ne haksız; ne öylesin ne böyle; azcık ondan azcık bundan. Azıcık aşım ağrısız başım.   Gri yaşamak her an kıvırabilme, dönebilme ve manevra kabiliyetimizi geliştirmeye de yardımcı olmaktadır. Düşünsenize her şeyin siyah beyaz olduğunu; sadece evet ve hayırdan oluşan cevapların verildiğini. Bu iyi bir şey mi yoksa kötü mü?

Türkiye gri bir yaşamlar ülkesi. Bizde siyah kadar beyaz olmak da tehlikelidir. Korkulur, hiç yoktan tedirgin eder. İlle de gri olacaksın. Öyle gök kuşağını bulamazsın yağmurdan sonra. Anca masallarda yaşarsın çok renkli, çok kültürlü ortamı. Bu nitelik içimize öyle bir yerleşmiş ki normalleşmenin adı olmuştur. Hem iç hem dış politikalarımıza da sirayet etmiştir. Kimse bir kefeye koyamıyor bizi. Her durumda bir başarı hikâyesi yazabilmek mucize değil de nedir.

Ortalama kalmanın inanılmaz hafifliğini yaşamak bireyin toplum içerisinde normal kalmasının temel ölçütünü oluşturmaktadır. Ortalama bir insanın, bir öğretmenin, esnafın, memurun, öğrencinin, işçinin, köylünün,  hâkimin, müdürün kime ne zararı olabilir ki…

Ortalamanın altında kalmak kadar üstüne çıkmak da sakıncalıdır. Ortada olanların sayısı arttıkça bu tren rayında gider. İşte bütün mesele burada başlıyor. Trenin yavaş gitmesi, yolcuların ayakta olması, klimasının olmaması, rüzgâr alması, duman atması sorun değil. Sorun teşkil ettiği düşünülen esas meselelerin sınırları hiçbir dönem net olarak çizilmemesidir.

Herkesin ortalamayı kendi değer ölçüsünden başlatıyor olması. Fakirlik ve zenginlik kendi ölçeğine göredir. Ne gerçek ne yalandır. Ortalaması almak iyidir. Ne şiş yanmalı ne kebap. Ne doymalı ne aç kalmalı. Şükredecek boyutlarda olmalı her şey. Nasrettin Hoca ayarında ne haklı ne haksız olacaksın, herkesi haklı göreceksin. Yine de parası olan çalabilecek düdüğü.  Ne adalet ne insan hakları… Ortada üç beş bir şey olsa yürür bu gemi, diyebilmeliyiz. İnsan kalitesinde de ürün kalitesinde de bu esas alınır. Beklentilerimiz gri ayarda, orta şekerli kahve tadında olmalı.

Ne gelişmişsin ne gelişmemiş; al sana gelişmekte olan insan, toplum ve bir ülke.... İşte şöylesin böylesin, ortalama bir şeysin. Söz meclisten dışarı, ne atsın ne de eşek diyemedikleri türden dolaşıp duruyorsun. Kimim ben, kimsin sen diyebileceğimiz kadar samimi tanıyor muyuz? Tanıdığımızı sandıklarımız değil midir hayal kırıklıklarımız?

Renkli yazmak da tehlikelidir. O yüzden dikkat ediyorum ben de. Ortalama bir şeyler yazarsın, çizersin konuşursun. Kimse üstüne alınmaz geçer gidersin. Gri olunca çok da ciddiye alınmazsın nasıl olsa. Herkes ayarında yaklaşır sana. İyi mi, doğru mu, güzel mi bilinmez ama kimsenin umurunda da değildir. Askerlikte ortada kalmak, prensip halini almıştır. Öne de çıkmayacaksın geride de kalmayacaksın. Ağabeyciğim, ablacığım bir kez daha sizleri kutluyorum; ortalama kalmak, gri ayarda bağırmak, sevmek, saymak, sövmek, yaşamak gerekiyor hayatı. Ortalama tadın ki hayatı tadı damağınıza yapışsın.

MESUT AKÇA