Uzmanlar, öğrenmede soru ve cevabın önemli bir yer tuttuğunu söylerler. Sonra da insanın bilmediği şeyleri şu üç şekilde öğrenebileceğini ifade ederler:

Birincisi, sohbet, ders, vaaz, nasihat, konferans vb. dinlemek suretiyle.

İkincisi, “okumak” suretiyle.

Üçüncüsü ise, “sormak” suretiyle.

Dinimizde de bu metotlar tavsiye edilmiştir. Bunlardan üçüncüsü olan “sormak” üzerine birkaç cümle söylemek istiyorum.

Okuyarak ve dinleyerek öğrenmenin yanında sorarak öğrenmenin de ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu yüzden bilmediğimiz şeyleri öğrenmek için bilenlere sorarız.

Bu metot, yani öğrenmek için gerekli olan “sormak” metodu diğerlerine göre bir farklılık arz eder ki, o da şudur:

Çoğu insan gerçekten bilmediği ve gerçekten öğrenmek istediği için sorar.

Ama bazı tipler vardır ki, bildiği halde sorarlar.

Soru sormada şu iki durum aptalca kabul edilir. Birincisi cevabını bildiği soruyu sormak. Diğeri de muhatabı tuşa getirmek ve sinirlendirmek için eveleyip geveleyerek lafın ırzına geçmektir.

Burada öğrenme isteği söz konusu değildir. Aksine, muhatabı veya soru sorulan kişiyi küçük düşürme, alaya alma, tuzağa çekme, sınama gibi iğrençlikler vardır ki, genel itibariyle fark edildiğinde ya o ortam terk edilir ya da soran kişi/ler muhatap kabul edilmeyerek susulur.

Özellikle de seviyesiz, ukalaca ve had bilmeyen bir üslup varsa hiç ama hiç cevap verilmemelidir. Verilirse o kişi prim yapar, bu da ona cesaret kazandırır. Kazanılan bu cesaret ukalalığı arttırdığı gibi tehditlere varabilecek bir üsluba dönüşebilir.

İlk başta masum gibi görünen “sormak” eylemi aslında kendisine, fasulye örneğinde olduğu gibi prestij kazandırmak çabasından başka bir şey değildir.

Hinlik peşindeki soru soran kişi/ler niyetlerinin anlaşıldığını fark edince telaşa kapılabilirler.

Son bir gayretle samimi görünmeye çalışabilirler ama foyaları meydana çıkmıştır artık. Ne yapsalar sarsılan güveni geri getiremezler.

Bu kez gurur meselesi yaparlar. Şahsiyetlerini ortaya koyarak ısrarla sorularına cevap isterler. Hele bir de soruyu kalabalık bir ortamda veya kamuoyuna açık bir şekilde sormuş ve cevap alamamışlarsa, tabir yerinde ise adeta kudururlar ve saldırganlaşırlar.

Kendilerini önemli bir kişi, insan veya memleket perver olarak lanse etmeye ve sorularını kamuoyu adına, vatandaş veya halk adına sorduklarını iddia etmeye çalışırlar. Oysa vatandaşların, kamuoyunun onlardan haberleri bile yoktur.

Aslında çoğu zaman ortada soru sorulabilecek bir konu da yoktur. İş olsun, laf olsun torba dolsun kabilinden konuşurlar.

Böylelerinin pervasız, hayasız ve hezeyanvari bir tarzla etrafa sataşmalarının en büyük sebeplerinden biri, bunları adam belleyip sorularına cevap verenlerdir aslında. Genellikle karşı tarafın iyi niyetinden kaynaklanan muhatap alınma ne yazık ki onlara cesaret kazandırmaktadır.

Şunu net olarak söyleyebiliriz, böylesi tipleri muhatap kabul etmemek, aslında onlara yapılacak en büyük iyiliklerden biridir.

Kim bilir, belki bu sayede hatalarını anlama ve kendilerine çeki düzen verme fırsatı bulabilirler.

Tabi o da, Adıyaman tabiri ile kendisinde “tottik” varsa.

Son olarak yazımızı Einstein’e atfedilen bir sözle bitirelim:

Bir insanın zekası, vereceği cevaplardan değil; soracağı sorulardan anlaşılır.