Seçim “sath-ı mailine” girdiğimiz bu günlerde, öylesine politikleşmişiz ki (veya bazılarımız öyle politikleşmiş ki); birilerinin, söylenen ve yazılan her şeyi seçime ve siyasete yorumlama, bir yerlerinden tutup başka yerlere çekme hastalığı nüksediyor.

Yaklaşan seçimlerde milletimiz derdine derman olabilecek birilerini seçecektir elbette. Bu konu şimdilik ilgi alanım değil, işim de değil.

Önemine binaen bunun altını kırmızı, üstünü fosforlu kalemle çizeyim.

Dolayısıyla aşağıda okuyacağınız satırları siyasi bir mesaj, dokundurma veya yorum olarak düşünmeyin, vebalim üzerinize.

Her zamanki gibi derdimiz memleketimizdir veya memleketimiz derdimizdir. Lütfen bu açıdan değerlendirin.

Gelelim konumuza.

Memleket alt üst olalı bir yıl oldu.

6 Şubat’ta adeta küçük kıyameti yaşarken; on binlerce canını kaybedeli, on binlerce yaralısını bağrına basalı tamı tamına bir yıl oldu. Yani 12 ay, 52 hafta oldu. Yani her günü ağıtla, acıyla, hayata tutunmayla, yarasını sarmayla geçen 365 gün…

Dile kolay…

Bunlar yetmezmiş gibi, bu süreçte memleket; hırsızı, arsızı, yalakacısı, yalancısı, talancısı, vicdansızı, namussuzu… ile de uğraşmak zorunda kaldı.

Öyle ki, kimi zaman yaşanan felaketten dolayı “müstahak” diye yorumlayanlar bile oldu.

Öyle insan karakterleri ortaya çıktı ve bugüne değin tanınıp bilinen insanların öyle farklı karakterleri gün yüzüne çıktı ki, memleketimiz insanını adeta tanıyamaz olduk. Tanıyamamışız belki de.

Sadece can kaybetmedik, sadece bina kaybetmedik, bu depremle birlikte karakter de kaybettik. Şahsiyet de kaybettik… Ahlakı kaybettik.

Ya da kaybetmiş olduğumuzu yeni fark ettik.

Bunlarla birlikte;

Yıkılan, savrulan şehrimin yeniden inşa edilmesinin yanında enkaz, barınma, su, yardım, toz, yollar, sağlık, güvenlik gibi yaşanan sıkıntıları ve çözüm önerilerini gündeme getirenler de vardı.

Bunların sayısı az da olsa çoğunluğun sesi olmaya yetiyordu.

Ama bu ses gitmesi gereken yerlere gitmiyordu, gidemiyordu.

Sesin daha gür, daha birlikte çıkması gerekiyordu çünkü.

O birliği, o birlikte ses çıkarmayı, o birlikte dile getirmeyi bir türlü beceremedik.

Bu yüzden sayısı az olanlar da yoruldu, usandı, tükendi adeta.

Ses vermesi gerekip de vermeyenler, el vermesi gerekip de el uzatmayanlar, bir araya gelmesi gerekip de ayakları dolaşanlar, konuşması gerekip de dili dolananlar, bu halleri ile belki de hizmetlerin yeterince, gereğince ve zamanında gerçekleşmesini, klasikleşmiş deyimle “memleketin ayağa kalkmasını” bir nevi engellemiş/geciktirmiş oldular.

En azından ihmale terk etmiş oldular.

Bir memlekette “yürekler toplu vurdukça” halledilmeyecek bir şey olacağını düşünmüyorum, yeter ki bizde birlik olma, beraber hareket etme cesareti olsun.

Evet, birilerinin cesur ol/a/mamasının, ikbal hesaplarının ve şahsi çıkarlarının peşinde koşmasının ceremesini belki de memleket çekiyor.

Memleket birilerinin umurunda değildi muhtemelen…

Ya da umurlarında olduğu memleket burası değildi.