Yıllar var ki şehrimizde bir kültürün göçüp gittiğinden şikâyet ederiz...

Bu işin sancısını çekenler iyi bilir.

Sancısını çekenler diyorum, çünkü bunun ne olduğunu bilmeyenler ne sancısını çeker ne de eksikliğini hisseder.

Çok görmüyorum elbette, zira bunun sorumlusu onlar değil.

Bir şehirde yaşayan insanların birlik, beraberlik ve dayanışma içerisinde olması için belli bir kültürün içinde yoğrulmaları gerekir.

İyi ve kötü günde bir araya gelmek, birbirlerine sahip çıkmak, sıkıntılarında destek vermek, çeşitli vesilelerle halleşmek… Bunların hepsi oluşması gereken bir kültürün sonucu ortaya çıkar.

Birbirini tanımayan, birbirlerini yabancı gibi gören, ilişkileri mecburi karşılaşmalarda “lütfen” selamlaşmadan öteye gitmeyen insanların bir araya geldiği toplumdan ne beklenir ki…

Oysa “eskiden” böyle değildi.

Eskimiş, pörsümüş hatta yok olup gitmiş “dün” böyle değildi ilişkiler.

Bir mahallede oturanlar birbirlerinden haberdardı her zaman. Bir hastalık, bir cenaze, bir problem olduğunda o mahallede bulunanlar “davet” gerekmeden bir araya gelirlerdi. Tıpkı iyi günde bir araya geldikleri gibi.

Her mahallenin büyükleri vardı, sevilip sayılan. Her sıkıntıda ve çözülemeyen konularda onlara başvurulur, onların sözü dinlenirdi.

Mahalleden geçerken bir komşusunun kapısını açık gören hemen kapatırdı bir zarar görmesin diye. Ya da usulüne göre kapı tıklatarak sorardı “bir sıkıntınız mı var?” diye.

Hangi evde kimlerin oturduğunu herkes bilirdi. Hatta onların akrabalarını da bilirlerdi. Dolayısıyla da o mahalleye bir yabancı girdiğinde hemen belli olurdu.

Benim çocuğum, başkasının çocuğu” demeden, nerede görse mahallelisinin veya komşusunun çocuğunu gözetir ona sahip çıkardı.

Bir yerlere (genelde gezmeye) gideceği zaman evinin anahtarını komşusuna ya da mahalle esnafına emanet ederdi, öylesine bir güven vardı.

Komşusunun bir problemi olup olmadığını, evden gelen sesten, yanan ışıktan, tüten bacadan anlamaya çalışır, gidermek için diğer komşularla işbirliğine giderdi.

Evinden bir şey eksildiğinde çekinmeden komşusundan isterdi.

Tam burada basit bir soru sorayım.

Akşamın bir vaktinde ekmeğe ihtiyaç duyup da açık fırın da bulamayan kaç kişi gidip komşusundan ister şimdi?

Hiç!” değil mi?

İşte o zamanlar öyle değildi işte.

Eskiyi fazla anlatarak bu işin sancısını çekenlerin yarasını deşmek istemiyorum.

Söyleyeceğim o ki, biz bunların hepsini mahallede kaybettik. Ama önce mahalleyi kaybettik…

Ne zaman ki mahalle kültürümüz kayboldu, işte o zaman şehir kültürümüz de oluşmadı, oluşamadı.

Bizim Mahallede” diye başlayan ve devamında “komşuluk ilişkileri çok iyiydi, iyi ve kötü günde de birlikteydik, çocuklarımıza sahip çıkardık…” cümlelerini kuracak kaç kişi kaldı acaba?

Şimdilerde kurulan köy ve mahalle dernekleri bu sancının sonucu olmalı. Ama o tadı veriyor mu bilinmez.

İşte tam burada diyorum ki;

Gelin, bu kültürü, bu yaşam biçimini yeniden hayata geçirelim. Bir yerlerden başlayalım yani.

Herkes kendi mahallesinde bu konuda neler yapılabileceğinin sorusunu sorsun birbirine.

Sonra da hem kendisi hem de kendinden sonrakiler için bir başlangıç yapsın.

Mübarek Ramazan ayını fırsat bilelim.

Tek tük de olsa bu konuda çaba gösterenler var.

Haydi, gelin, bu “tek tük”leri “topyekün” yapalım, var mısınız?

Nasıl mı?

Eğer kaldıysa, eğer yaşıyorsa büyüklerinize sorun.

Önce bu kültürün neden kaybolduğunu öğrenin sonra da bu konuda eskiden neler yapıldığını, nelerin etkili olduğunu, bu harcı oluşturmak için hangi malzemelerin gerektiğini sorun.

Gerisi gelir.