Kulak misafirliğinin en çok olduğu yerlerden biri de çay ocaklarımızdır.

Özellikle bu mevsimlerde açık alanlara çıkamayan insanlar böylesi mekânlarda vakit geçirirler. İnsanların birbirine yakın olduğu böylesi yerlerde de kulaklar ister istemez bir yerlere misafir olurlar.
Geçen gün biraz dinlenmek ve bu arada da elimdeki bulmacayı çözmek için bir çay ocağına girmiştim. Biraz küçük olmasına rağmen köşede boş bir masa bulmuştum. Çayımı söyledikten sonra bulmacayı çözmeye başladım.
Bir yandan da düşünüyordum, “keşke hayatımızdaki birçok bulmaca da bunlar gibi olsa” diye. Öyle ya, genelde çözüyorsun, olmayınca bir yerlere soruyorsun, o da olmayınca bırakıp bir başka bulmacaya geçiyorsun. Gerçi bu biraz da insanın yapısı ve olaylara bakış ve onları karşılayış şekli ile ilgili. Ama sonuçta çözülmeyi bekleyenler bulmacalar işte.
“Olmaz arkadaş! Bu kadar da olmaz!”
Beni bulmacamdan ayıran bu kalın ve yüksek sesin sahibini görmek için başımı gayri ihtiyari yana çevirmiştim ki geri hemen önüme baktım. Durup dururken başkalarının tartışmasına müdahil olmak istemem. Zaten birçok kavga da böyle başlamıyor mu?
“Ne bakıyorsun, bir şey mi var?”
“Ee, şey… kem küm”
Derken çat pat güm…
Neme lazım daha çözmem gereken bulmaca varken başkaları ile uğraşacak ne vaktim ne de hulhum vardı.
Yan masadakiler benim bir an için baktığımı fark etmemişler herhalde ya da umursamadılar. Çünkü konuşmaları hararetli bir şekilde devam ediyordu. Bunu da benim iradem dışında alıcılarını oraya çeviren kulaklarımdan anlıyorum tabi. Ben burada bulmacam ile uğraşırken o çoktan yan masaya misafir olmuştu bile.
“Ne bağırıyorsun kardeşim, biraz yavaş konuşsana. Bu ufacık yerde kısık sesle de konuşsan seni duyarız. Biraz sakin ol hele” diye bir diğerinin teskin edici sesini duyunca ben de biraz gevşedim. Ne olur ne olmaz, hemen yanı başında, memleket tabiri ile himhime masada bir tartışma var. Aniden kürsülerin havada uçuşma riski bile olabilir. O teskin edici sesten sonra bu endişem de kaybolunca tekrar bulmacama döneyim dedim. Ama olmadı, yani kulaklarım yan masadan gelmedi.
“Ya ben bağırmayayım da ne yapayım, kasap et derdinde koyun can derdinde. Baksanıza bu memlekette ahlak denen bir şey kalmamış kimsenin umurunda değil. Hepimizin çoluk çocuğu var. Çıkın şöyle parklara, bahçelere veya şehir dışına doğru bakın hele. Yazık, vallahi çok yazık! Ne gören vatandaş ses çıkarıyor ne de duyan yetkililer bir şey yapıyor. Bir gün dayanamayıp birisine müdahale edeceğim ama kendimden korkuyorum.”
Mesele anlaşılmıştı. Yan masada tartışma yoktu. Ama yüreği yanan bir vatandaş vardı. Yüksek sesle isyanı da bu yüzdenmiş. Diğeri de aynı dertten mustaripmiş: “Sinirlenmekte haklısın ama yeri burası değil. Baksana herkes sana bakıyor. Üstelik bu konu buradakilerin işi değil ki.”
“Bana bak hem bana sakin ol diyon hem de beni kızdıracak şeyler diyon!”
“Anlamadım?”
“Ne demek buradakilerin işi değil. Bu herkesin işi, hem buradakilerin hem oradakilerin hem de şuradakilerin… Dışarıdakiler bir dert kafe mi cafe mi denen yerlerdekiler başka bir dert. Valla geçen gün bir arkadaş anlattı, aynen iğrendim. Büyüklerimiz tedbir almak zorunda. Herkes de çoluk çocuğuna, mahallesine ve çevresine sahip çıkmak zorunda. Böyle giderse bu işin önü alınmaz ona göre.”
Kısa bir an sessizlik.
Aslında önemli ve herkesi ilgilendiren bu konu vardı yan masada. Hem de çay ocağı masasında kalmayacak kadar önemliydi.
Adam haklıydı, bu konuda en önemli görev ailelere düşüyordu aslında, sonra da okullara. Tabi huzur ve düzenden sorumlu yetkililere de. Toplumda yaşayan herkesi bir şekilde ilgilendiren bir konu anlayacağınız. Keşke bu vatandaşlarımız seslerini duyması gereken yerlere duyurabilseler.
Benim de bu söylenenlere ekleyecek birkaç lafım olmalıydı. Tam o masaya dönüp bir şeyler söylemek istemiştim ki, o anda onlar da garsona çay parasını ödeyip çıkıyorlardı. Kısmet değilmiş. Ama bu çay ocağını sevmiştim.