Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuzda veya kalkınma ve gelişme sözkonusu olduğunda ya da bir şekilde toplumsal mutabakata ihtiyacımız olduğunda genellikle kullanılan etkileyici kelimelerden biridir; dayanışma.

Dayanışmanın önemini bilmeyenimiz yoktur. Kişiye ve bulunduğu topluma kazandırdığı şeyleri anlatmakla bitiremeyiz. Ders kitaplarımızdan tutun da, kullandığımız atasözlerine ve yaptığımız nasihatlere kadar yer alan “dayanışma” olgusu, yeri geldikçe özellikle de çekilen nutuklarda konuşmacının başköşesinde bulunur.
Dayanışma dendiğinde birlikteliğin, kardeşliğin ve ortak tavrın çağrışımları kulaklarımızda gezinir.
Gelin görün ki, böylesi bir kavramın içini doldurmakta zorlanıyoruz çoğu zaman. Dillerde gezindiği gibi gönüllerde yer edemiyor nedense.
Eğer öyle olmasaydı;
Yani teoride konuşulduğu kadar pratikte uygulanabilseydi,
Yani temennilerden öteye gidebilseydi,
Yani candan, yürekten isteyebilseydik dayanışmayı, sık sık sohbet ve nutuklarımızda yer almazdı. Her fırsatta ona karşı olan özlemimizi dile getirmezdik.
Ve eğer öyle olmasaydı, “hasutluk” denen illeti böylesi kaplamazdı her yanımızı. Her serzenişimizde, her yakınmamızda dilimize dolamazdık.
Her şeye rağmen olması gereken, şahsımıza ve memleketimize kazandıracağı çok şey olacağı için canı yürekten isteyelim. Her çabamızda, her nasihatimizde ve her tartışmamızda bunu işleyelim, bunu isteyelim.
Ama, her şeyden önce, herkesten önce kendi içerimizde, yüreğimizde ve beynimizde hissederek davranışlarımıza aktarmamız gerekiyor.
Bu temenniyi beslemek amacıyla Paulo Coelho’nun bir yazısını paylaşayım sizlerle.
Dayanışmanın nasıllığına güzel bir örnek olan bu yazıdan umarım çıkarabileceğimiz ibret ve dersler olur.
Çiftçi, Tarım Bakanlığı tarafından verilen bütün madalyaları kazanmayı başarmıştı; çünkü yetiştirdiği buğdaylar mükemmel kalitedeydi. Meraklı bir gazeteci bu büyük başarının sırrı üzerine uzun bir makale yazmak amacıyla çiftçinin yaşadığı yere gitmeye karar verdi.
Oraya varır varmaz çiftçiye bölgedeki en iyi ürünü yetiştirmeyi her zaman nasıl başardığını sordu.
“Çok basit,” diye cevap verdi çiftçi, “Hasat bittiğinde buğday tanelerinin büyük bir bölümünü ayırıyor ve onları komşularıma dağıtıyorum.”
Gazeteci şaşkınlığını gizleyemedi:
“Tarladan topladıklarınızı dağıtıyor musunuz? Komşularınızın aynı zamanda sizin rakipleriniz olduğunu ve sizden daha fazla ürün elde etmek için çalıştıklarını bilmiyor musunuz?”
“Peki siz aslında hepsinin aynı olduğunu bilmiyor musunuz? Bahar geldiğinde rüzgâr polenleri taşır ve onları tarlamın her köşesine serpiştirir. Eğer komşularım kötü bir ürün ekmişlerse o zaman benim hasadım da bundan etkilenecektir. Bölgedeki en iyi ürünü yetiştirebilmek için komşu tarlaların da aynı kalitede olmasını sağlamalıyım. Çevremdekileri de aynısını yapmaya teşvik etmezsem hayatta hiçbir şeyi iyi yapamam.”
Yazının son cümlesi bile güzel bir ders veriyor aslında.
Aslında fazla uzağa gitmeye gerek yok. Alemlerin efendisi asırlar öncesinden bunun formülünü bize göstermiş:
“Sizden biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe (kâmil manada) iman etmiş olamaz.”