Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi veya uygulamadaki tam doğru adıyla Başkanlık Sistemiyle Türkiye’de yeni bir dönem de resmen başlamış oldu. 24 Temmuz seçimlerinden sonra süreç işledi, yeminler edildi, kabine açıklandı, kararnameler yayınlanmaya başlandı. Aslında çok önceden hazırlandığı tahmin edilen iş ve işlemler sırasıyla bir bir yürürlüğe konulmaya başlanmış oldu. Bütün bunları gördüğümde “Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste ver” sözü aklıma geldi.

***

Muhakkak ki yeni sistemi önceki günden beri dinliyor, izliyor ve okuyorsunuz, daha da çok okuyacaksınız. O nedenle yeni sistemi yazmayacağım, kabineye ilişkin detay da paylaşmayacağım ve yeni sistemin ne getirip, ne götürdüğü konusunda da bir şeyler söylemeyeceğim…

Ama eskiyle yeniyi kıyaslama adına Milli Savunma Bakanıyla ilgili bir şeyler söylemeye çalışacağım.

12 Eylül 1980 darbesinden önce de, sonra da kurulan bütün hükümetlerin hassas olduğu dört bakanlık vardı. Bunlar İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığıydı.

Tek başına iktidar da olsa, koalisyon hükümetleri de olsa bu dört bakanlık önemliydi ve pazarlığın tek konusuydu.İlk üç bakanlık sorunu bir şekilde aşılıyordu ama sonuncu olan yani Milli Savunma Bakanlığı sorunu öyle kolaylıkla aşılamıyordu. Dolayısıyla Milli Savunma Bakanı, bütün diğer bakanlıklardan daha önemliydi.

Bu önem, bakanlığın öneminden kaynaklanmıyordu, gelirinden kaynaklanmıyordu, rantı değildi bu bakanlığı önemli kılan.Bu bakanlığın önemi, iktidarın devamıyla direkt alakalı olmasındandı…

Milli Savunma Bakanı olanlarda aranan birkaç özellik vardı.

Birincisi hem İsa’ya hem Musa’ya yaramalıydı…

İkincisi Atatürkçü görünmeliydi/olmalıydı…

Üçüncüsü, neci olursa olsun azıcık da “solcu” da görünmeliydi.

Dördüncüsü, uzaktan veya yakından dinle, diyanetle bir alakasının olmaması veya öyle görünmesiydi.

Beşincisi, herkesle uyumlu olmasıydı…

Altıncısı, muhalefet partilerinin “bu olmaz” demeyeceği bir isim olmasıydı. Yani gizli bir konsensüs oluşacak bir isim olmalıydı.

Yedincisi, çok da suya sabuna dokunan bir isim olmamalıydı ya da hem nalına hem mıhına vuran olmalıydı.

Sekizincisi, biraz sessiz, çok mülayim ve deçok alçak gönüllü olmalıydı.

Ve sonuncusu, yani dokuzuncusu,genelkurmay başkanının karşı çıkacağı birisim olmamasıydı. Hatta diğer sekiz madde olmasa da olurdu, en önemlisi ve olmazsa olmazı bu maddeydi!

Tabii bütün bunların yazılı bir kuralı, bir kanunu ya da bir yasası yoktu. Yönetmenliği de bulunmuyordu ama uygulama böyleydi.

O zamanlar, yazılmayan kurallarla yönetilen bir ülkeydik.

Genel Kurmay Başkanı atanırdı ama bakanın üstündeydi. Hatta başbakanın, hatta cumhurbaşkanının da üstündeydi ama nezaketen onları saymıyoruz.

Kendisinin bağlı olduğu Milli Savunma Bakanının göreve başlamasında ilk ziyaret edip, “hayırlı olsun” diyen Genel Kurmay Başkanı olmalıydı ama (çoğunlukla) böyle bir şey olmazdı.

Yeni nesil inanmaz, belki de inanmak istemez ama Milli Savunma Bakanı göreve başlar başlamaz, Genel Kurmay Başkanından randevu talep eder, yanına gittiğindede “Hoş Bulduk” derdi!

Çünkü Genel Kurmay Başkanı askerin başıydı…

Güçlüydü, “güç bende artık” derdi, o göreve atandığı gün. Atayan siyasiydi ama olsundu.

Çünkü artık onun eli silahlıydı…

Bir ordusu vardı.

Gerçi silah da, ordu da devletindi, yani milletindi ama her an için millete ve devlete karşı döndürme yetkisi ondaydı.

En azından bu korku vardı.

Yaşanan darbeler de bu korkunun her an için gerçeğe dönüşebileceğini gösteriyordu.

O nedenle herkes haddini bilirdi.

Öyle seçildin diye yasadaki her görevi yapacaksın diye bir kural yoktu.

Kırmızıçizgiler vardı, kırmızı bir kitapta bunlar yazıyordu. Bu kitap ise sadece genelkurmay başkanında bulunurdu. Göreve başlayan hükümet, bu kitaptaki kırmızıçizgilerin dışına çıkamazdı.

Aslında bu kitap, patronun kim olduğunu gösteriyordu.

Bu kitap, seçilenlere haddini bildiriyordu.

Bu kitap, yüzde 99.9’la gelseniz dahi asıl patronun kim olduğunu size öğretendi.

Bu kitap, asıl olan millet değil, devlet olduğunu, devlet derken de “derin devlet”in kastedildiğini ve bundan da kastedilenin “asker” olduğunu bildiren kitaptı.

Bütün bunlara rağmen bunu bilmeyen olduğunda, bunu bildiren medya organları vardı. Manşetler tahsis edilirdi, bir üst rütbeli generalden demeç alınırdı, askerin rahatsızlığı manşetlere taşınırdı, ayar verilirdi, vidalar sıkılırdı ve istenen alınırdı. Asker hariç herkes haddini bilirdi. Haddini bilmezse de zaten darbe kaçınılmaz hale gelirdi.

İşte bir süredir devam eden ve yeni sistemle doruğa çıkan değişimin değiştirdiği de bu anlayış, bu yaklaşım, bu sistem veya bu düzen oldu.

Şimdi asıl olan millettir, millet ne derse o oluyor ve o olacak.

Bugün Recep Tayyip Erdoğan Devlet Başkanı, iktidarda bulunan parti de AK Parti. Yarın bir başka isim ve bir başka parti olur, olabilir, olacak da.

Aslında yeni sistemin kodunu öğrenmek için, 15 Temmuz’da yapılan alçakça darbeye direnen -darbe yapanların makamda oturan- Hulusi Akar’ın Milli Savunma Bakanı olmasına iyi bakmak gerekiyor.

O makam, artık darbe yapan bir makam değil, -görev süresi boyunca- millete, devlete ve ülkeye hizmet eden bir makamdır. Görev süresi bittiğinde de, bitmeden de Hulusi Akar gibi sürpriz bir şekilde bakanlığa terfi edebileceği bir makamdır. Tıpkı olması gerektiği gibi…