Küçükleri muzır neşriyattan koruma diye bir kanun vardı, halen yürürlükte sanırım. Merhum Turgut Özal döneminde çıkan bu kanun, çocukları muzır(zararlı) neşriyattan korumaya çabalıyordu. Belki deçocukların muzır neşriyatın konusu olacağını düşünemiyorlardı.

Bu kanun nedeniyle cinsel içerikli dergiler ve kitaplar “poşetlendi”, bayilerde de “sergilenmeden” satıldı. Ancak o kadar aşağılık bir medyamız vardı ki, çoğu umumhane bültenini aratmazdı.

Televizyonda yayınlanan her dizide aldatma var; kadın da erkek de eşini aldatıyor.

Çocukların annesi aldatıyor, babası aldatıyor ve çocuklar da bunu biliyor.

O çocuklar reşit olmayı bile beklemeden kendi erkek arkadaşını, kız arkadaşını aldatıyor.

Kaynana, kayınbaba, baldız, enişte, kimin eli kimin cebinde belli değil.

Yeni yetme bir genç kız şarkıcı oluyor, bütün medya, bütün bir ülke abaza olmuş gibi o kız için salyalarını akıtıyor.

Daha reşit bile olmayan kızın sosyal medyada videolarının izlenmesi, ülke nüfusunu birkaç kez katlıyor.

Hiç kimsenin sesine hayran kaldığını sanmıyorum, hayran kalınacak bir sesi olduğuna da inanmıyorum.

O kız ve kızın ailesi de bu salya akıtma sayısından nemalandığı için umursamıyor.

Küçük kız çocuklarının evlendirilmesine tepki gösteren kesim, söz konusu “ünlü” ve “zengin” olduğunda “normal ilişki” diye lanse edebiliyor veya öyle inanıyor.

Taksim’de sokağa çıkan ve her türlü iğrençliği özgürlük diye lanse eden “sapıklar” için siyasilerin “hoşgörü” mesajları yayınlanıyor.

Bütün bunları ve daha kötülerini yazmaya utanıyoruz ama her gün çevremizde yaşanıyor.Televizyonun haberleri bu tür olaylarla başlıyor, bu tür olaylarla sonlanıyor.

Yine dizilerde görülen ve ülkeye hâkim olmuş havası verilen çakalların reklamı yapılıyor. Bu dizlere özenen gençler de siyah takım elbise, siyah gömlekle çakallığa soyunup, mafyalığa özeniyor.

Haraç istiyorlar, kafe tarıyorlar, lokanta basıyorlar…

Bir kadının nasıl giyinip, nasıl giyinemeyeceğini belirleyen devlet erkânı türüyor. Yıllarca “başını örtemezsin ama istediğin yeri açabilirsin” tavrında bir devlet anlayışı hüküm sürdü.

Açılmayı, saçılmayı, akla hayale gelmeyen cinsel serbestliği ve sapıklığı “normalleştiren” bir zihniyet basına, medyaya, sanata, siyasete egemen oldu.

Kadının ve erkeğin kendi iradesi, kendi seçimi, kendi tercihi, kendi aklı ve kendi inancı ya da değer yargısı yokmuş gibi “empoze” ve “zorlayarak” kıyafet belirlemeye kalktılar. Halen de “iktidar olamadığı” için kadınların kıyafeti üzerinden siyaset yapmaya çalışanlar var. Kadın örtününce, başörtülerin bütün iğneleri sanki onların bir yerine batıyor.

Oysa başörtüsü takan hiç kimse başı açıktan rahatsız değil. Başı açık olanların da başörtülülerden rahatsız olmadıklarından eminim.

Biz erkekler de (çoğunlukla) kadınların örtüsüyle ilgilenmeyiz; o kadar hadsiz olamayacağımızı da biliriz.

***

Büyüklerimiz “kötü örnek” olmasın veya “özenti” içinde bulunana rastlanmasın diye “iğrenç” diyeceğimiz olayları çocukların, hatta gençlerin yanında anlatmaz, lafını dahi etmez, hatta konuşurken gelen olsa anında lafı değiştirirlerdi.

İntihar vakıaları da başta olmak üzere, yakınların kavgası, öldürülmesi gibi cinayetler de “gizlenen” haberler arasında yer alırdı.

Babasıyla kavga eden çocuğu biz bilmezdik mesela, annesini döven, babasına kıyan veya kardeş katillerini…

Çocuklara kıyılmazdı zaten…

Ama şimdi her şey tepetaklak olmuş…

Bütün bu karmaşanın içerisinde insan da kaybolmuş, insanlık da…

Medeniyet öğretmenin derdinde olanlarımız da var.

Kibarlık öğretiyoruz; sanatta, siyasette, toplumun her kesiminde…

Osmanlının nezaketinden, zarafetinden bahsediyoruz ve nasıl bu kadar kabalaştığımızı sorguluyor, kurslara gidiyoruz, diksiyonumuzu bile düzeltiyoruz. Osmanlıyı beğenmeyen de Avrupa’nın medeniyetinden örnekler veriyor.

Yemek yemenin adabından, misafir ağırlamanın adabına kadar her şeyi öğretiyoruz. Sonra konuşma, vücut dili, büyüklere saygı, küçüklere sevgi…

Hepsini öğreniyoruz, uyguluyoruz, uygulatıyoruz ama insanlığı bütün bunların hiçbir yerine koyamıyoruz.

Çünkü insanlık kaybolmuş, bulacak insan da ortalıkta gözükmekten korkar olmuş.

Taciz, tecavüz ve her türlü sapıklık ve şiddette bile “bizden olan” veya “bizden olmayana” göre gardımızı alıyor, ona göre yanıyor veya seviniyoruz ya da en azından sessiz kalarak “onaylıyoruz”.

Bunu sen, ben veya diğer değil, (bilerek veya bilmeyerek)hepimiz yapıyoruz.

Böyle devam etikçe de Eylül’ler iğrenç insanların kurbanı olmaya devam edecek, Leyla’larımızda açlıktan bir köşede ölüme terk edilecek.

Ve biz idam isteyeceğiz, sanki sapığa ceza yeterliymiş gibi…

İnsanlığı kaybettikten sonra darağacında sallandırdıklarınız mı toplumu düzeltecek, insanlığı, kaybolduğu köşeden alıp suratımıza çarpacak?

İyisi mi, siz muzır neşriyatları değil, bu iğrenç dünyayı poşetleyin de kurtulalım…