Mevlana, Yunus Emre'ye "Mesnevi" adlı eserini hediye etmek ister. Mesnevi, ibretlik hikayelerle dolu büyük bir eserdir. Yunus, Mesnevi'yi alır, yapraklarını çevirir ve bir süre eseri inceler. Sonra Mevlana'ya dönüp:
-- Ne uzun yazmışsın Hünkarım. Biz olsaydık "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm derdik." der.
Bazen uzun yazmak gerekir; bir fikri, bir duyguyu, o yazının içine sindire sindire sunmak gerekir. Bazen de Yunus gibi bütün yazılanları özetleyen, az sözle çok şey anlatmak gerekir. Bazen de ne anlatsan kelimeler kifayetsiz kalır.
Okurlarıma MERHABA derken içimizi hala acıtan, bir daha canımız acımasın diye unutmamamız gereken bir gerçeği yaşayan birinin, duygularını da katarak dile getirdiği halini sizinle paylaşmak istedim. Kelimeler anlatmaya yetmiyor elbet. Beni anlayışla karşılayacağınızı umuyor, saygı ve selamlarımı sunuyorum.

Ağlasak sesimiz duyulur mu dakikalarda

Dokunabilir misiniz ellerimize soğuk şafaklarda

Yoğun bir kar yağıyor, toz duman karanlıklarda

İnsanlar geliyor aklıma acı dolu, çaresiz çığlıklarda

Kurak geçen bir mevsimin, yoğun kar yağışı iltifatına sevinmiştik oysa.

Yatılı okulun yurdunda nöbetçiydim. Kar yağıyordu sonraki gün okullar tatil olmuş, sömestr tatiline eklenmiş bu tatilin sevinciyle öğrencilerimiz yurda henüz dönmemişlerdi. Öğrenciler gelmeyince nöbetimiz icap nöbetine dönmüştü, evlerimizde müdür yardımcımızın bizi arayıp öğrencilerimizin geldiğini bize haber vermesini beklemeye başladık.

Akşam karanlığı usul usul bastırıyordu, çisilçisil yağan karla inatlaşarak. Pencereden ara ara bakıyordum karın yağışına, toprağa yayılışına. Akşam yemeği, Türk kahvesi, çay… gece boyu karların yağışını seyrime eşlik ettiler. Saatler ilerledikçe kar yoğunlaşıyor, gece lambalarının ışığıyla yer ve gök ışıl ışıl parlıyordu. Bir ara tipiye dönüşmüştü, aylardır özlemle beklenen kar. Bir müzik programı izliyordum televizyondan, gündüz yayınlanmış programın tekrarını veriyordu kanal. Türkü türkü kar yağıyordu, memleketimin kurumuş topraklarına. Neydi o türkü, pencereden kar geliyor… diğer dizeyi hatırlayamadım, hatırlamam gereken de bu dizeydi zaten, karlı geceyi anlatmaya değer. Gözlerim karı seyrederken kulağım türkülerimizdeydi. Geceyi aydınlatan bembeyaz, ışıl ışıl görünümüyle sanki doğa gelinlik giymişti, dans ediyordu ışıklarda, türküler çalıyor, doğa gelin oluyordu, doğanın düğününde, ezgiler, yüreğimize dokunan.

Bu duygularla gecenin geç saatlerinde olduğumu fark ettim. Saat geceden çıkmış sabahın dördü olmuştu. Dışarı baktım hala kar yağıyordu, mahallede herkes uyumuş, kimsenin ışığı yanmıyordu. Geceyi bekleyen bir yalnız gibi ürperdim. Tekrar koltuğuma oturdum. Müzik programı bitmişti. Haber kanallarından birini açtım. Ben haber kanalından uzakken dünyada ve ülkemde bir şey olmuş muydu diye merak içindeydim. Sıradan birkaç haber verdikten sonra haber saati bitti. Her zaman olduğu gibi bir açık oturumun tekrar yayınını vermeye başladı. Ne kadar sıkıcıydı, aynı konuları tekrar eden, bazen iğreti iğreti konuşan bu insanları tekrarından izlemek. Artık uyumalıyım diye düşündüm, nihayet uyku bedene gelmezse de aklıma gelmişti.

Yan tarafımda duran gümüşlük dolabındaki süslü camlar yavaş yavaş şıngırdıyordu. Birkaç yıl önce bir deprem yaşamıştık ve artçıları hala devam ediyordu. Artçılardan birinin daha olduğunu düşünüyordum. Şıngırdamalar şangırdamaya, tıngırdamalar tangırdamaya dönüşüyordu. 4-5 şiddetinde olup geçecek diyerek kendime cesaret veriyordum. Korkulacak bir durum olmadığını düşünüyordum. Sarsıntı gittikçe artmaya başladı, sesler insan ruhunu gebertir şekilde yükseldi, durmak bilmiyordu, devam ediyordu. O kadar şiddette sallıyor, alttan vuruşla binayı kökünden sarsıyor, arada bir de hızlı bir salıncakta sallar gibi sallıyor, her an salıncaktan yüzlerce metre aşağıya düşebilirim hissiyle insanı korkunç bir ürpertiye atıyordu. Şiddeti o kadar arttı ki görüntünün, gördüğümün bulanıklaştığını fark ettim, artık duvarı, eşyayı fark etmek zorlaşıyor, hızlı bir masa tenisi maçı izlerken topu takip etmekte zorlandığımız gibi yönü takip edemiyordum. Büyük bir korku ve ürperti içindeydim. Telefon elimdeydi, bir an bunları kaydetmeyi düşündüm. Biraz sonra bu şiddetle sallanmaya devam eden binanın yıkılacağını, öleceğimi ve bu görüntüleri kimsenin izleyemeyeceğini düşünüp vazgeçtim. Kıyametin koptuğunu düşündüm ama kıyametin akşam ezanından sonra kopacağı söylenirdi, o zaman bu ne idi? Kıyametin ta kendisiydi, yerimden bile kıpırdayamıyor, oturduğum koltuktan bir türlü kalkamıyordum. Kalksam zaten beni bütün gücüyle yere çarpacak bu kuvvete karşı koyamayacaktım. Ailemi düşündüm karşı dağın ardındalardı, kız kardeşim de benimle aynı şehirde. Buradaki kıyamet çevre illerin hepsinde hissedilmiş, uyuyan insanların üzerine ölüm sessizliği çökmüş olmalıydı, tıpkı buradaki gibi. Ne kadar sürdü bilmiyorum, bana bir asır gibi geldi, hiç bitmeyecek sandım. Yavaş yavaş sarsıntı durmaya, o korkunç uğultular, binanın iç sesleri azalmaya başladı. Deprem duruyordu sanki ama durgun halinde bile yeni kesilen kurbanın vücudundaki titreşimleri andıran bir hisle doğanın, binanın seğirmeleri devam ediyordu. Yerimden kalkmak aklıma gelmiyordu, yaşıyor muydum, öldüm mü, rüyada mıyım? Bunların ayrımını yapmaya çalışıyordum. Telefon elimdeydi, dağın ardındaki kardeşimi aradım. Binalarının yıkılmadığını ancak yıkılmasına ramak kaldığını söyledi, komşu binalardan çoğunun çökmüş olduğunu, kendilerinin dışarıya çıkmaya çalıştıklarını, ruhen büyük bir korku ve endişe içinde olduklarını anlattı. Buradaki kardeşimi aradım, yüksek bir kattaydı, o gece çocuklarıyla birlikteydi ve eşi şantiyede kalmıştı. Çok korkmuşlardı, boğultulu, endişeli seslerle ağlaşıyorlar, durumlarını anlatmakta zorlanıyorlardı. Aşağı inmeye çalıştıklarını, komşunun kendilerine yardımcı olduğunu söyledi. Yüksek sıradağların ardında olan babamı aradım. Küçük kardeşim hala o korkunun etkisindeydi, titreyen bir sesle konuşuyordu, iyi olduklarını ancak evin duvarlarının yıkıldığını anlatıyordu. Sakin olmasını duvarların önemli olmadığını, canlarının kurtulmuş olmasının şükür kaynağımız olduğunu ona anlattım. Telefonu kapattım. Açık olan haber kanalından depremin merkez üssünü ve şiddetini de öğrenmeye çalışıyordum. Aradan birkaç dakika geçmişti, son dakika olarak geçilen haberde, Diyarbakır ve çevresinde çok şiddetli bir deprem olduğunu yazıyordu. Haberi bildiren muhabirin Diyarbakır’da olduğunu düşündüm ve aynı zamanda depremin şiddetli bir şekilde Diyarbakır’da da hissedildiğini öğrenmiş oldum. Bir yandan da Kandilli’nin sitesine bakıyordum. Tahmini 7.8 olduğu yazıyordu ama henüz kesin sonuç ekranlara düşmemişti. Durumun vahametinin ne olduğunu öğrenmeye çalışırken tekrardan sarsıntı başladı. İlki kadar uzun, ilki kadar şiddetli değildi ama ilkinden çok daha ürperticiydi, yine durmak bilmezse sorusu bumerang gibi beynimin içinde dönüp duruyordu. Geçti, bu bir artçıydı, evet şiddetli bir artçıydı. Deprem büyük olduğu için, artçısı da büyüktü. Beklenen büyük bir depremi yaşamıştık, artçılarını da yaşayacaktık, süreç tamamlanacaktı, öyle umuyordum.

Nihayet Kandilli açıkladı, 7.4’müş, merkez üssü Pazarcık. Ben kıyametin ta kendisi diye düşünmüştüm, kıyametin şiddeti 7.4 müydü? O sırada kız kardeşim aradı. Hala binadaydım ve dışarı çıkmak aklıma gelmiyordu. Aklıma gelenler, yakınlarımı aramak ve depremin şiddeti, merkez üssüyle ilgili bilgi almak olmuştu. Merkez üssü Pazarcık diyordu Kandilli. Aklımdan Maraş’tan bir haber geldi, dediler ki kimler kimler ölmüş türküsünün durumsal versiyonu geçiyordu. Telefonu açtım, kardeşim binadan dışarı çıkmış, benim çıkıp çıkmadığımı soruyordu. Çıkmadığımı duyunca endişeli bir kızgınlıkla hemen binayı terketmemi söylüyordu. Deprem oldu, artçılar olur, evden çıkmayayım diyordum ama dışarı çıkmanın daha mantıklı olduğuna ben de ikna oldum. Birkaç parça eşya ve bir battaniye alarak evden çıktım. Apartmanın giriş kapısına geldiğimde telefonum çaldı, komşum arıyordu; açtım, “Hocam sizi merak ettik, çıkmadınız, bir olumsuzluk mu var? Siz çıkmayınca biz de gidemedik kapınızın önünde sizi bekliyoruz.” diyordu. Açıkçası insan kendini düşünen birileri olduğunu fark edince duygulanıyor, böyle bir anda ise buruk bir sevince kapılıyor. Komşularımı selamladım, onlar da beni selamlayıp gidecekleri yerlere hareket ettiler. Dışarısı çok soğuktu, kar yağıyordu, yerlerde buzlanma da olmuştu. Aracıma bindim. Aracı yerinden çıkarmak biraz zordu, kar birikintileri hareketi engelliyordu. Bir süre uğraştıktan sonra yokuş aşağı yola koyuldum. Nereye gideceğimi bilmeden aşağıdaki caddeye indim. Caddede çok sayıda araç vardı, tıklım tıklım bir trafiğin içinde buldum kendimi, zaten gideceğim yeri bilmiyordum, gideceği yeri bilmeyen yolcu tıkalı trafikte yönünü, yolunu düşünüyordu. O sırada Whatsapp gruplarından gelen mesajları okuyordum, Hatay’ın, Adıyaman’ın yıkıldığını bu mesajlarla öğrendim. Enkaz altında pek çok kişi olduğunu, bazı yakınlarımdan da haber alınamadığını yine bu mesajlar anlatıyordu. Radyoyu açtım, on bir şehrin depremden hasar gördüğünü, dördüncü koddan uluslararası yardım istendiğini öğrendiğimde durumun vahametini daha çok anladım. Ulaşabilen yakınlarım telefonlardan arıyorlar, ulaşamayanlar mesaj yazarak bilgi almaya çalışıyorlardı. Deprem olan yerlerde büyük bir kargaşa, soğuk, nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeyenlerin yaşadığı amansız bir çaresizlik vardı. Gruplardaki mesajlar da, bireysel mesajlar da durmuyordu, demek ki deprem, ülkenin neredeyse tamamında sarsıntı olarak olmasa bile bir endişe yoğunluğuyla hissedilmişti. Telefon hatları çok yoğundu, kimseye ulaşılamıyordu. Elektrikler de kesilmişti, şehir yağan karın ve henüz doğmamış güneşin cılız aydınlığına kalmıştı. Kardeşimin evi araçla beş dakika uzaktaydı, oraya gitmek gelmişti aklıma, ancak ne mümkün milim hareketle ilerleyen bu araçların içinde ancak iki saatte varmıştım oraya. Apartmanlarının önünde durdum, bina çok sessiz, ışıksız ve soğuk görünüyordu gözüme. Kapı önünde de bir araç dışında bir insan veya bir başka araç görünmüyordu. Duran araca yaklaştığımda içinde bir kadın olduğunu gördüm. Kadının bu apartman sakinlerinden olup olmadığını sordum, kadın o apartmanda oturduğunu söyledi. Soğuk bir duruşu vardı, Doğu Anadolu’nun bu şubat gecesinin duruşu gibi. Kardeşimi tanıyıp tanımadığını sordum, tanıdığını ve biraz önce bir aracın gelip onları aldığını söyledi. Kardeşimle mesajlaştım, kayınbiraderinin onları kayınvalidesinin köydeki evine götürdüğünü söyledi. Henüz güneş doğmamıştı. Nereye gideyim diye düşünmeye başladım yeniden. O sırada okul müdürümüz “ Kalacak yeri olmayanlar okulun spor salonu müsait, buraya gelip kalabilirler.” diye gruba mesaj attı. Okula yakın yerdeydim, yönümü oraya çevirdim, bir yandan buz ve kar, bir yandan kıpırdamakta zorlanan araçlarla tıkanmış trafiğin içine tekrar dönüp yol almaya başladım. Beş dakikalık yolu, bir buçuk saatte katedebildim.

Okula geldiğimde, okul müdürümüzün, müdür yardımcımızın, personellerimizin, ve bazı öğretmenlerimizin aileleriyle birlikte ve bazı öğrenci ve velilerimizin de orada olduklarını gördüm. Sanırım onlar da geçici bir sığınak olarak burayı seçmişlerdi. Bu soğukta, buraya sığınmak, burada kalabilmek pek de mümkün görünmüyordu. Elektrikler kesikti, doğalgazla ısınmak mümkün değildi. Sobalı bir yer bulmak gerekiyordu. Şehrin modern hayatı sanırım hepimizi köyün doğal hayatına itiyordu. Elektrikler olmadığı için telefonumu şarj etmek de mümkün değildi. Aile gruplarına mesaj attım, şarjım bitiyor, iyiyim, güvenli yerdeyim, merak etmeyin…(diye.)

Mesude AKBAŞ