Naif Karabatak`ın kaleminden

 Satır içi resim 1

Falanca üniversitenin rektörü kimmiş?

 

Kendi adıma bir özeleştiri yaparsam, ilk gençlik yıllarımda “okumaya bile yanaşmadığım” yazarlar için özür dilemem gerekir. Ne yaparsın, devir öyleydi. Bizden olanı okur, bizden olmayanın “ne dediğine” bile bakma gereği duymazdık. O zamanlar “bizden-sizden” katı bir kural gibiydi, kanımıza işlemişti. Doğal olarak da hayata tek pencereden bakma yanlışına düşerdik. Aslında 1980 öncesinde bu yaklaşım her kesimde vardı. Şükür ki, bu yanlıştan tez döndük.

 

Konumuz bu değil elbet…

 

Yazarlara kimin “not” ya da “ödül” vereceğiyle ilgili…

 

Bu değerlendirmeyi kimler yapabilir mesela…

 

Hani nota veya ödüle gerek var mı, o da ayrı bir tartışma konusu…

 

Buna rağmen de “en”leri belirleme hakkını elinde bulundurduğunu sananların olması, tartışmayı da beraberinde getiriyor.

 

Bu yazımda, yazarların, gazetecilerin, sanatçıların eserlerini, ürünlerini, kamuoyuna deklere ettiklerini değerlendirip, “ödül” verecek olanların kişiliklerine/kapasitelerine değinmek istiyorum… (hem kurum bazında, hem kişisel hem de jüri olarak)

 

Aslında ödül almaktan daha önemli olan, ödül verenlerin bulunduğu konumdur.

 

Söz gelimi, gazetecilik ödülü verilecekse, seçici kurulun “iyi haber yapan veya iyi haberden anlayan” olması gerekir.

 

Tıpkı soyut bir resmi değerlendirmesi gerekenin, soyut resim konusunda deneyimli birisi olması gibi. (Doğrusu kendi adıma söyleyeyim, soyut bir resim yarışmasında asla jüri üyesi olamam, çünkü anlamam.)

 

Basında da böyle. Zira bu sadece haber yapan veya anlayandan çok öte bir değerlendirme.

 

Bir haber nasıl yapılır, hangi hassasiyetler gözetilir, kadın, çocuk, engelli haberinde gösterilecek itina nelerdir?

 

Azınlıklara nasıl bakıyorsunuz, bir kesim az olunca “azınlık” mı oluyor, öyle mi kalmalı, sesleri gür mü çıkmalı, üstüne üstlük bir darbe de sen mi vurmalısın?

 

Cinsellik söz konusuysa ve bunda da bir suçlama varsa nasıl olmalı, kimlerin hakkı hukuku korunup gözetilmeli, özel hayat nereye kadar?

 

Bu ve buna benzer binlerce ayrıntıyı bilip, gazetenin haberini değerlendirecek olanlardır ödül verme konumunda olanlar.

 

İşte bu açıdan gazetecilik, yazarlık, Genel Yayın Yönetmenliği öyle herkesin yapacağı işler değildir. Sorumluluğu çoktur, yükü ağırdır. Yapıyorsanız, nasıl olduğunu bilmeniz gerekir.

 

Bu sadece gazetecilikti…

 

Ya yazarlık?

 

Ya mizanpaj, ya fotoğraf, ya görüntü, ya falan ya filan…

 

Bütün bunlardan anlayan olmadıktan sonra siz neyi değerlendiriyorsunuz diye adama sorarlar?

 

Ödül verirsiniz, bu çok kolay…

 

Fazla masraflı da değil. (Üstelik farkında mısınız bilmiyorum, zaten parasını verince alıyorsunuz…) Reklamcılara uğradığınızda da adınıza bir tane yapılıyor. Meraklıları bunu hep deniyor, parasını da veriyor, ödününü de. Gerekirse kendisi alıp da yapıyor.

 

Ama “ödül” kaygısı olmayanlar, “ödün” vermemeye kararlı olanlardır…

 

Belki “hatırlatma” görevini üstlenebiliriz ki, bunu yapmaya çabalıyorum.

 

İnanıyorum ki, bu gidişle görev süresi bitmeden unutulacaklar arasında yer alacak…

 

Görev süreniz içerisinde kimlerle işbirliği ettiğinizin, kimlere çanak tuttuğunuzun da aslında önemi yok.

 

Göreviniz bitince, siz de biteceksiniz.

 

Çünkü sizi var eden makamınızdır; oraya sizin kattığınız bir şey yok…

 

***

 

Yazımın başındaki özre döneceğim…

 

Nazım Hikmet’i o dönemlerde pek değil, hiç okuduğum söylenemez. Ta ki, 30’lu yaşıma gelene kadar…

 

Nazım Hikmet’in ilginç bir cezaevi anısı var…

 

Geçenlerde bir internet sitesi yeniden yayınlamıştı, sizlerle paylaşmak istedim.

 

Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi’nde tutsaklık günlerinde koğuş arkadaşlarını okumaya yazmaya yönlendiriyor. Aynı zamanda cezaevi yönetimine de yardım ediyor.

 

O günlerde cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı’ndan bir müfettiş gelir.

 

Birkaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:

 

-Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der. Amacı da alay etmektir.

 

Nazım’ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş, Nazım’ı tepeden tırnağa süzer ve:

 

-Demek Nazım sizsiniz, der.

 

Nazım’a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, “gidebilirsiniz”, der.

 

Nazım Hikmet tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe: “Ömer Hayyam adını duydunuz mu?” diye sorar.

 

Müfettiş hemen atılır: “Kim duymaz Hayyam’ı?

 

Nazım: “Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi?” diye ilginç bir soru sorar.

 

Müfettiş hayli şaşırır, cevap vermekle, düşünmek arasında gider gelir.

 

Nazım Hikmet konuşmasını sürdürür, “Görüyorsunuz, sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı’nı ve sizi kimse anımsamayacak”, der çıkar.

 

Müfettiş yaptığı yanlışı anlar, Nazım’ı geri çağırır ama Nazım koğuşunun yolunu tutmuştur.

 

***

 

Nazım’a kadar gitmeye gerek de yok…

 

Kendi yaşadığım kenti söyleyeyim, “büyük(!) yazarlardan” da bahsetmeden…

 

Adıyaman’da Sami Nakipoğlu ve Ali Deniz’i herkes tanır ama onların döneminde burada valilik yapanı da, milletvekili olanı da, başkanlık koltuğunda oturanı da, farklı makamlarda bulunanı da kimse pek bilmez.

 

Bilmek için özellikle araştırıp, soruşturmak gerekir.

 

***

 

Ben yine de hatırlatmamı yapayım…

 

Bir gün gelecek, o makamı bıraktıktan sonra siz değil, bu kentte kalem oynatanlar hatırlanacak, iz bırakanların adı anılacak…

 

Hiç kimse “şu dönemde falanca üniversitenin rektörü kimmiş” diye bir merak içinde bulunmayacak…

 

Çünkü o makama bir başka “sevdalı” gelecek…

 

Ve göreviniz bitince, siz de biteceksiniz…