Ben Sait Faik’le babamın kitaplığında tanıştım çocukken. Sonra da branşım gereği tanışıklığımız ilerledi ve sonra benim kısa öykülere olan eğilimim dolayısıyla aşka dönüştü.

Oku oku bitmiyor kendileriyle sohbetimiz. Her yaşta ayrı güzel. Açıkçası eserlerinin bazılarını ya okumadım ya da unuttum çoğu kitapta olduğu gibi. Her neyse bu aralar biraz kitap alma konusunda tasarruf etmeye kalkınca kütüphaneye başvurdum. Merkeze gitmek de zor geldiğinden bizim ilçe kütüphanesine gittim. Ne yazık ki Sait Faik’in iki kitabı vardı. Biri ‘Az Şekerli’ diğeri de ‘Medarı Maişet Motoru’. Yanına da Memduh Şevket Esendal’dan ‘Ayaşlı ve Kiracıları’ çok yakıştı.

Sosyal medyadan da olumlu motivasyon aldım. Bir arkadaşım paylaşımlarında öykücülerden bahsetmiş. Okuduklarının altını çizmiş. Hemen daha önce de okuduğum Semih Gümüş, ’Öykünün Bahçesi’ni elime aldım. İncelemede bahsedilen öykücüleri temin edebildiğim kadarıyla kütüphaneden alıp okumak niyetindeyim.

Bu aralar öyküleri okumayı ihmal ettim. Hâlbuki 14 Şubat benim doğum günüm olduğu gibi aynı zamanda öykü günü. Bundan haz duyan bir insan olarak çok uzak kaldım öykülerden kendimi başka alanlarda geliştireceğim diye.

Olsun. Hepsi lazım. Neler var daha yapmak istediğim. Yapamamamın çaresizliğini parasızlığın arkasına sığınarak yaşasam da çoğu zaman bence asıl mesele zamansızlık. Dolayısıyla önceliklerin belirlenmesinde yaşadığım açgözlülüğün yarattığı belirsizlik beni dara sokuyor. Zaman yetmiyor. Yaş aldıkça da telaş artıyor.

Neyse lafı yine bütünlük kaygısıyla Sait Faik’ ten bir alıntıyla bitirmek için kitaplığıma baktım. Evimde kalan iki üç kitabını elime aldım ki... Bir de ne göreyim! Elimdekilerden bir tanesi ‘Medarı Maişet Motoru’ değil mi! İşte başta lafını ettiğim şey; unutmuş olabilirimin canlı kanıtı.

Ben aslında hep altını çizdiğim öyküsüne lafı getirmek istiyorum; Sinağrit Baba. Biraz uzun olacak ama bu öykünün son bölümünü olduğu gibi alıntılayacağım. Bencilce olacak belki ama bu bölüme tekrar temas etmek en başta bana iyi gelecek.

“O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit Baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman Sinağrit Baba büyük gözleriyle kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit Baba etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı, bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilemediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba’nın istediği şekilde mağrur yaşamıştı.Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi. Kimdi, neydi? Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama  belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile bir imtihana sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba hiç böylesine rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnında okuyordu. Bu adam o kadar talihliydi ki daha, ikiyüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı. Sinağrit Baba son nefesini, böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.”

O ‘ŞANSLI’ addedilen adam gibi biri olarak kendinden bu kadar uzak yaşam sürmek istemezdim açıkçası. O yüzden bu kadar çok didikliyorum kendimi. Örneğin babamın kitaplığında Sait Faik’in kütüphaneden alınmış ve geri verilmemiş kitapları da vardı. Bunu gözümde yasallaştıran babama ve kitaba olan saygımdı bir zamanlar. Ta ki ikinci eşimden boşanırken kendi kitaplarımın yanı sıra onun kitaplarından da aşırıncaya kadar. Üstelik o kitaplar geri dönüşümden elde edilen kitaplardı. Kendimce mazeretlerim de vardı. Gibi gibi... Aslında bu bir açgözlülük, doymak bilmeyen bir hırs. Bunu itiraf edebilince biraz bunları dengeleme şansım olabileceğine inanıyorum. Bu da benim ayıbım olsun. Diğer ayıplarımın yanında yerini alsın.

Ortalarda hep yaralananlar, ben de dâhil. Bu yaralayanlar nerde acaba? Annem söyler hep ‘suçu gelin yapmışlar yine de kimse almamış’. Almak? Hadi bakalım ilk taşı kim atmak ister? Teşekkürler.