İnsanlarımızın beklentileri o kadar boşa çıkarılmış, duyguları ve umutları o kadar çok suiistimal edilmiş ki; öğrenilmiş çaresizliğin en ağır travmasını yaşıyoruz adeta.

Hiçbir yerde görüp duyamayacağınız karamsar sloganlarla memleketi anlatır olmuşuz.

“Sahipsiz memleket” veya “ırgat kenti” ifadelerini dillerde pelesenk eden başka bir memleket var mı bilmiyorum.

Memleket konusunun gündeme geldiği meclislerin kahir ekseriyetinde yaşanan bu durumun çok küçük bir numunesini de önceki gün “Çay Ocağı Sohbetleri”nde yaşadık.

Konumuz kısaca Adıyaman idi. Dünü ve bugünü ortaya koyarak “neden, nasıl, niçin” üçgeninde değerlendirmeler yapıyorduk. Bir kısmı olumlu şeyler söylerken kimilerinde bezginlik, kimilerinde olumsuzluk, kimilerinde ise grilik vardı. Bugüne bakarak gelecek hakkında pek de olumlu konuşmayan hatta bu konuda umutlu da olmayan insanlarımız, kendilerine göre haklı gerekçelerini de anlattılar.

Kim bilir, onların yerinde olsak, belki aynı şeyleri biz de savunurduk.

Bunlar aslında olağan şeyler. İnsanların yaşanan olaylar karşısında umutsuzluğa, bezginliğe veya bitmişliğe düşmeleri normal kabul edilebilir.

Normal olmayan şey bunun toplumsal travmaya halinde top yekun öğrenilmiş çaresizlik sendromuna dönüşmesidir.

Bir memlekette yaşayan insanların siyasetçilerinden, bürokratlarından, kurumlarından, yöneticilerinden ve yönetim şekillerinden umut kesmeleri ne anlama gelir biliyor musunuz?

Eminim biliyorsunuzdur.

Memlekete yön veren kurum ve insanların birbirleriyle kavgalı olmaları, o memleket için yaşanabilecek en büyük talihsizliklerden biridir.

Bir takım halinde aynı amaca hizmet etmek yerine kendilerinin ve yakınlarının menfaati gözeten bir yönetim anlayışı sergilemelerinin yanında bütün öneri ve tavsiyelere kapalı olan bu zihniyetin olduğu yerde elbette ki insanlar, öğrenilmiş çaresizlik travması yaşar.

Günümüzde insanlar ve kuşaklar arası yaşanan kesif bir güvensizlik aynı zamanda kurumlar arası da yaşanmaktadır.

Bunun da tek ilacı iyi bir teknik direktör veya iyi bir maestrodur.

Bir futbol takımı düşünün. Sahadaki oyuncular ne kadar kabiliyetli olurlarsa olsunlar, kendi kafalarına göre oynarlarsa ne olur?

Gayet basit, yerel tabirle “dan dun oyun” olur ve organize bir takım karşısında hezimet kaçınılmaz olur.

İşin ehli, adil ve hakkaniyetli davranan yönetim kadrosu ile işini iyi bilen ve iyi yapan bir teknik direktörle sahaya çıkan bir takım düşünün. Yöneticisi, oyuncusu ve seyircisi ile nice başarılara imza atarlar değil mi?

Başka bir örnek verelim. Ne kadar kabiliyetli olurlarsa olsunlar, hepsinin ayrı makamdan çaldığı bir koro düşünün. Eminim çıkacak sesi düşünmek bile istemezsiniz. Ama iyi bir şef veya maestro yönetiminde koronun sunacağı müziğin tadına doyum olmaz.

Kısaca balığın kokmasındaki örnekten hareketle bir toplumda yaşanan ve gittikçe de yaygınlaşan bir umutsuzluk ve bir karamsarlık varsa bunun ilk sorumlusu o toplumun yöneticileridir, diyebiliriz.

Bir topluma veya bir kuruma güven verecek olanlar da, huzuru sağlayacak olanlar da, sinerji oluşturacak olanlar da, geleceğe yönelik umutlar beslenmesine sebep olacak olanlar da hep yöneticilerdir, idarecilerdir.

Zaten öyle olmasa, yönetmeye veya idare etmeye talip olmazlardı.