Derin bir nefes çekiyorum içime. Kuş ve böcek sesleri kulaklarımda, huzur doluyum. Attığım her adımda, yerdeki yaprakların hışırtısı benden rahatsız olmadıklarını fısıldıyor. Tabiatı her zerrem ile duyumsuyorum. Doğa beni bir parçası olarak kabul edip bağrına basıyor.

Misafirperver hayvanlar ve ulu ağaçların arasında keyifle ilerliyorum. Fakat bu durum uzun sürmüyor. Ormandaki canlıların kaçıştığını görüyorum. Yanımdan hızla geçiyorlar. Birbirine karışan silah ve iş makinelerinin sesleri geliyor kulağıma. Devrilen ağaçlar yeri titretiyor. Sağa sola bakınıyorum. Bir anda bulunduğum ortam değişiyor. Yüksek binaların arasındayım. Arabalar, insanlar, karmaşanın içinde kalıyorum. Nefesim daralıyor, boğuluyorum ve kayboluyorum. Her şey çok çabuk gelişiyor. Yıkık duvarların ortasında tekrar beliriyorum. Etrafım savaş alanı gibi, çok sıcak... Elim kolum bağlı ve karşımda bana bakan bir grup hayvan.

Hareket edemiyorum. Kurtulmaya çalışırken, "Boşuna çabalama!.." diyor kocaman benekli bir kedi. Dona kalıyorum. Yanıma yaklaşıyor. Gözlerim onun gözlerine kilitli, "Sen kimsin?" diyorum. Sorduğum soruya gülüyor. Nasıl konuşabildiğini değil, benden ne istediğini merak ediyorum. Volta atarken, "Anadolu Parsıyım, soyunu tükettiğini zannettiğin. Tek tük kaldıklarımız senin yüzünden ortaya çıkamıyor." diyerek cevaplıyor sorumu. "Ben ilk defa görüyorum seni!" dediğimde bana doğru hırlıyor.

Arkadan zıplayarak gelen kanguru: "Senin sebep olduklarından dolayı cayır cayır yanıyoruz!" diye bir laf atıyor.

Yüzüme tükürmek ister gibi bakıyorlar.

Kutup ayısı: "Erittiniz lan buzulları!" diyerek çıkışıyor.

Tanıyabildiğim, tanıyamadığım bir sürü hayvan benden hesap soruyor. Dayanamıyorum, "Ben yapmadım bu anlattıklarınızı." diyerek bağırıyorum.

Kutup ayısı: "Nesin sen?" diyor yüksek bir sesle. Adımı söylüyorum. Daha da şiddetli, "Kim olduğunu değil, ne olduğunu soruyorum!" diyor. Yavaşça, "İnsanım!.." diyerek bakışlarımı yere dikiyorum. Kafasını sallayarak, "Bu bizim hesap sormamız için yeterli!" diyor. Konuşmuyorum.

Tüylü bir şey yanağımı okşuyor. Bakıyorum. Bir baykuş ile yüz yüzeyim.

Bilgeliğin timsali olarak anılan bu kuş: "Dünya hepimizin evi... Bencilce davrandınız ve ona ihanet ettiniz." diyor. Okul müdürü önündeki öğrenciler gibi çıtım çıkmıyor. Diğer hayvanlar da suspus.

Baykuş: "Suyu, havayı, yerin altını, üstünü kirlettiniz. İklimi bozdunuz. Bir sürü canlının soyunun tükenmesine neden oldunuz. Dünyanın size değil, sizin ona ihtiyacınız olduğunu düşünmediniz." diye konuşmaya devam ediyor. Bu sırada bedenimin ısındığını, fosil yakıtlar gibi duman çıkardığını görüyorum. Şiddetli bir deprem misali titriyorum. Gözlerimden ve vücudumdan sular sel olup akıyor. Buzulların parçalanırken çıkardığı çatırtıları içimde hissediyorum. Çöküyorum, kurak toprak gibi çatlıyorum. Yere yıkıldığım sırada, "Bakın, insanoğlu kendini bitiriyor!" dediğini duyuyorum bir hayvanın. Karanlığa gömülüyor ve yok oluyorum.

Birisi beni sertçe dürtüyor, "Kalksana oğlum bu saatte ne uykusu, gece beşik mi salladın?" Gözümü açıyorum, annem başımda dikilmiş. Kumanda göbeğimin üzerinde, televizyon açık… İzlediğim sırada uyuduğum, Leonardo DiCaprio'nun sunduğu “Tufandan Önce” belgeseli bitmiş.

Canım sıkkın bir şekilde oturuyorum akşama kadar. Baykuş ve diğer hayvanların söyledikleri aklımdan çıkmıyor.

"Bakın, insanoğlu kendini bitiriyor!"

HASAN KORKMAZ