Yazmak, bir tutkudur…

Amaç değil, araçtır. Amaç, yazma iradesinin doğumuna sebebiyet veren olaylardır, işlerdir, işlemlerdir.

Son amaç ise bu olgulardan hareket ederek toplumsal yararın elde edilmesine vesile olmak, gerektiğinde uyarmak ve tabii ki uyarılmaktır.

Burnundan kıl aldırmayan yazar-çizer olmak ta kötüdür. Burnundan kıl aldırmayan yönetici olmak ta kötüdür. Geri dönüşlere açık, “burnundan kıl aldıran” biri olarak okuyucu görüşlerine saygımdan dolayıdır ki 2000 yılından bu yana her yazımda cep telefonum yer alır.

Dünyanın en iyi yazarı benim diyen de, dünyanın en akıllı adamı benim diyen de aldanır, aldatılır. Aldanan-aldatılanın egemenlik alanı ne kadar fazla ise oluşan zarar da o denli fazla olur.

Bir rektörümüz vardı, akademik unvanı olmayan sıradan insanları kastederek “Profesörlere nasıl akıl verirler?” düşüncesinde idi.

Oysa yönettiği üniversiteyi o sıradan gördüğü insanlar adına yönetiyordu. Kendisi veya ailesi veyahut aidiyet bağı içerisinde olduğu siyasi parti adına yönetmiyordu. Çağımızın işbölümü kavramı içerisinde kendisine de üniversite yönetimi isabet etmişti. O sıradan insanlar yönetim erkine fiilen müdahale edemezlerdi, ancak üniversitenin yönetimi ile ilgili görüşlerini söyleyebilir, hatta yetkili makamlara da iletebilirlerdi. İfade özgürlüğü, bir özgürlük olduğu kadar bir haktı…

Gerektiğinde evinin önünü süpüren temizlik işçisinin dahi kendisinden daha akıllı olacağını, olabileceğini düşünmüyor, belki de “akademik egosu”na yediremiyordu. Bilmiyordu ki, bilgi; okuyanda, dinleyende, gezende olmasına karşın aklın kimde olacağının veya olması gerektiğinin bir ölçüsü yoktu. Kimin “deli”, kimin ”veli” olduğunu ancak Allah bilirdi!

Demokrasinin en büyük özelliklerinden biri olan “katılımcılık” ile 2003’ten sonra literatürümüze girdiğini sandığım “yönetişim” kelimesinin önemi bu yönden büyüktü. Çünkü yönetişimin gerçekleşmesi için bir kurumu tek başına değil, yönetilenlerle ve hatta halk ile birlikte yönetmek gerekiyor. Yasal denetim kurumlarının denetimine açık olunduğu kadar halkın, basının da denetimine açık olmak gerekiyor.

Halkın, basının denetimine açık olmayan tek kurum yargıdır. Lakin yargıda ister tek hâkimli, ister çok hâkimli olsun bir mahkemenin verdiği karar dahi itiraz üzerine bir başka mahkemenin denetimine tabidir. Denetime tabi olmanın sebebi, mahkemeye güvensizlikten değil, verilen kararı “iç denetime” tabi tutarak halkın daha fazla güven duymasını sağlamaktır. Davanın taraflarının verilen kararın doğruluğu hakkında iç dünyalarında “ikna” olup içine sindirmelerine katkı sunmaktır. Çünkü mahkemeler de kararı nihayetinde, “Türk Milleti” adına veriyor.

Yargı organlarının kararına tarafların itiraz etmesi meşru da, yürütme ve yasama organlarının kararına itiraz etmek gayri meşru mudur? Hayır, o da aynı derecede meşrudur. Yeter ki bu hak kullanılırken; hakaret ve iftira gibi şeylere girişilmesin, “eleştiri siniri” ile “eleştiri sınırı” aşılmasın, suçsuz iken suçlu, borçsuz iken borçlu duruma düşülmesin…

İster yasama, ister yürütme organı olsun iktidarıyla muhalefeti ile herkesin ortak amacının “kalkınmış bir parti” ve “kalkınmış bir partili” değil, “kalkınmış bir Türkiye” ve “kalkınmış bir Adıyaman” olduğunu düşünüyorum.

Uzun bir süredir yazamıyordum, yazmıyordum. Adıyaman’ın komşu illere kıyasla kalkınacağı konusundaki inancım maalesef gittikçe zayıflasa da değil il dışında, Fizan’da da olsak yüreğimiz Adıyaman’da atmıyor ise de Adıyaman’la atıyor, Türkiye ile atıyor… Amacımız Mehmet Dağtekin hocamın önceki yıllarda TPAO’da düzenlediği basın toplantısındaki veciz ifadesi ile “Komşu illerde ne var ise Adıyaman’da da onların var olmasını sağlamak”

Ve buna bir cümle de ben ekleyeyim:

“Gelişmiş ülkelerde ne var ise onların Türkiye’de de var olmasını sağlamak”

Bu düşüncelerle;

Yeniden merhaba…

Mustafa Işıldak 25.12.2020

[email protected] 0532-422 95 28