İnsan, yaşamı boyunca üç evreden geçer. Çocukluk, gençlik dönemi ve yaşlılık; ama her nedense, hep çocukluklarımızdan bahseder dururuz. Çünkü çocukluk bizim gelişim dönemimizdir. Sorumluluğun minimum olduğu dönemdir. Oyun oynamaya zaman bulduğumuz,  küçücük şeylere küstüğümüz, ama küçük şeylerle de mutlu olup, çabucak barıştığımız, masumiyetimizi yitirmediğimiz, bolca güldüğümüz, eğlendiğimiz günlerdir.
“Ne güzeldi o günler”  diye söze başlarız, ne güzeldi, bayramlarda şeker toplamak, bayramlık giysilerimiz, tahta divanın altındaki sepette sakladığımız giysilerimiz ve ayakkabılarımız olurdu. Büyüklerin elleri öpülürdü, hele harçlık da almışsak, değmeyin keyfine. Günümüzün çoğu sokaklarda geçerdi, komşularımızla aile gibiydik, onlar bize, biz onlara giderdik. Antenli, siyah beyaz televizyon, ahizeli telefonlar vardı, o da herkeste yoktu.
Bolca çizgi filimler izlerdik, babam haber kanallarını açtı mı ya da ara ara maç izledi mi; “of yine mi!” der dururduk. Kardeşlerimizle bir yatağı ortak kullanırdık, aynı kaptan yerdik, aynı bardaktan su içerdik, kimse kimseden tiksinmezdi, aç değildik, açıkta değildik, mutluyduk, kendimize göre küçücük bir dünyamız vardı; ama mutlu, huzurlu bir dünya.
Ne zaman ki, renkli televizyonlar hayatımıza girdi, çok şey değişti. Belki hayatımız renklendi, fakat bizlerden birçok şeyi alıp götürdüğü kesin. Kanallar birden fazla oldu, imkânlar arttı, büyümeye başladık, gazeteler, kitaplar okudukça,  haberleri takip ettikçe,  dünyadan gelişmelerden haberdar olduk. Savaşlardan,  Afrika’daki açlıktan,  Filistin’deki zulümden,  terör belâsından, darbelerden, yetmedi, İnternetten,  Twitter’ dan, Facebook’dan bilgilendik, bilgiler edindik.
Değiştik, değiştikçe de geliştik, büyüdük…
Bizler değiştikçe, hayatımızda ki birçok şey de hem değişmeye,  hem bozulmaya başladı. Başta aile olmakta, bir arada tutmakta zorlandık,  sözde ekonomik özgürlükler artınca da ne yazık ki boşanmalar arttı, İkiyüzlülüklerini sahtekârlıkların, dolandırıcıların,  menfaatlerin, sevginin önüne geçtiği, yalanın ve yalancının çokça revaçta olduğu, komşu komşuyu, akraba akrabasını kıskanır oldu. Kardeşlik, arkadaşlık ilişkilerimiz bozuldu,  tahammülsüz, müsamahasız, saygısız, hürmetsiz olduk. “Ağabey”  diyerek,  gözünün içine baka baka yemin edenler mi dersiniz, neye, kime, nasıl inanacağımızı bilemez olduk. Açıkçası,  inancımızı, güvenimizi yitirdik,  hayatın gerçeklerini öğrendikçe;  masumiyetimizi yitirdik, taş yürekli olduk,   beden genç de olsa ruhumuz yaşlandı…
Evet, artık yorgunsunuzdur. Yorulmuşsunuzdur yaşamdan, yaşananlardan, yaşatılanlardan. Gözlerin dalıp gittiğinde geçmişe, çoğu zaman yine yaşanan o masum yüzü görürsün, gülümser sana, bazen de hep yaşlıdır, bitkindir, yorgun argındır…  Öyleyken bile, umutlu, masum çocukluğun gülümser sana, bazen de gözü yaşlıdır, gözlerinin feri sönmüştür. Öyleyken bile umutlu… Çocukluğun gülümser, sen de gülümsersin, dalıp dalıp gidersin, geçmişe baktıkça,  o kadar da masum olmadığını anlarsın yüzündeki gülümsemeden…
Mümkünü yoktur ya, gerişi dönüş imkânsızdır, bilirsin, iç çekersin, hep yaptığın gibi. Bilirsin ki geride kalmış hiçbir anıyı/anıları geriye döndüremez zaman. Çünkü farkına bile varmadan, varamadan her şey değişti… Zamana karşı yarışır olduk,  ne kadar fazla hatırlarsan çocukluğunu, o kadar karaya bulanmışsındır, farkındasındır. Bilirsin ne kadar yaşarsan yaşa, insan çocukluğunu özlüyor, ya aslında o çocuksu masumiyet ve günahsızlık özleniyor…
Ya “bana ne, bana ne, ben hep çocuk kalmak istiyorum, büyümek istemiyorum,  ya siz?”
 
                                                            

                                         Necip AYDIN

                            [email protected]