Eskiden müvezzi dedikleri gazete satıcıları olurdu. Boyunlarına astıkları ya da koltuk altlarına aldıkları gazeteleri cadde ve sokaklarda gezerek satarlardı. Genellikle “Havadis!” diye bağırır sonra da belli başlı gazetelerin adını söyleyerek satmaya çalışırlardı.

Bunlara heveslenirdim. O kadar ki, bazen kendi kendime “havadis!” diye gazete satar gibi yapardım. İlkokuldayız. Okuma alışkanlığı kazanmamız, belki de aktüaliteyi takip etmemiz için sınıfa günlük gazete alırdık. Bu görev de bana verilmişti. Hangi gazeteyi, hangi parayla alırdık, doğrusu hatırlamıyorum. Ama alırdık.

Bir gün bayiden gazeteyi almaya gittiğimde, muhtemelen yine gazete satıyor gibi yapmış olmalıyım ki, dükkân sahibi bana “gazete satar mısın?” diye sordu. Şaşırdım, heyecanlandım, ne diyeceğimi bilemedim… Söz uzun, teklifi kabul ettim tabi ve ertesi gün öğleden önce (çünkü ben öğlenciydim) çalışmaya başladım.

Koltuğum altında gazeteler, ben satmak için bağırmaya çalışıyorum. Ama diğer satıcılar gibi yapamadım. Korkarak, ürkerek, sütun arkalarına saklanarak cılız bir sesle satmaya çalışıyorum. Çünkü babamın, ailemin haberi ve rızası yok. Bu korku ile gazete satmam fazla da sürmedi zaten, bıraktım.

“Kim görecekti, neden çekindin?” diye sorabilirsiniz tabi.

Öyle değil ama…

O yıllarda ailem mahallede oynadığım ya da gezip tozduğum arkadaşlarımın kimler olacağına da karışırdı. “Falancalarla konuş, filancalarla konuşma..” gibi talimatlarla kimlerle arkadaşlık yapacağıma onlar karar verirdi. Genellikle uysam da kaçamak yaptığım da olurdu. İşte o zaman akşam olduğunda “Vay sen nasıl şunlarla gezer oynarsın!” diye hesabını sorarlardı.

Sormasına sorarlardı ama ben hesap verememenin zorluğundan ziyade,bunu nasıl öğrendiklerinin merakınıçekerdim. Ailemin görmemesine dikkat ederdim çünkü. Sorardım ama söylemezlerdi. Sadece “biz biliriz, bizden gizli bir şey yapamazsın” intibasını verirlerdi. Nasıl öğrendiklerini uzun yıllar öğrenemedim tabi.

Bu iki güzel hatıramdan sonra gelelim esas konumuza.

Birincisinden başlayalım. Ailemin görme ihtimali olmamasına rağmen korkuyordum. Tamam, ailem görmez belki ama ya mahalleden birileri, akrabalarımdan, babamın ya da emmimin arkadaşlarından biri görürse ve onlar da aileme söylerlerse?

Söylerlerdi de. Tabi o zaman da yediğimin dayağın ve işittiğim azarın haddi hesabı olmazdı. Yaptığım iş kötü bir şey olamasa bile habersiz yaptığımdan dolayı hesabını verirdim.

Tanıyan kim olursa olsun aileme söylerlerdi. Eminim ailem de tanıdıklarının çocukları için aynı şeyi yapıyorlardı.

İnsanların birbirlerini sahiplenmesi vardı o zamanlar. Birbirlerini koruma ve kollamaları vardı. Siz buna toplumsal otokontrol da diyebilirsiniz.

Gelelim arkadaş seçimlerime.

Kimlerle gezip oynadığımı nasıl bildiklerini, yıllar sonra bir şekilde öğrendim. Meğer tanıdıklarına, konu komşuya tembihlemişler. “Bizim çocuklar kimlerle gezip oynuyor bize söyleyin” diye. Sağ olsunlar onlar da bu işi çok güzel yaptılar. Ve yine eminimin ki benim ailem de onların çocukları için de aynı şeyi yapıyorlardı.

Bunların iyi bir şey olduğunu yıllar sonra öğrendim. İyi ki yapmışlar. Allah hepsinden razı olsun ve gani gani rahmet eylesin…

Biliyorum lafı çok geveledim. Sözü bağlayalım o zaman.

Bu iki örnekten hareketle bir o yıllardaki duyarlılık ve sahiplenmeye bakıyorum, bir de günümüze. Bırakın aynı mahalledeki çocuklara sahip çıkmayı, onları koruyup kollamayı, aynı binadaki hatta aynı kattaki komşularımızın çocuklarından bile haberimiz yok.

Gerçi olsa ne olacak ki? Bu devirde kim kimin çocuğuna müdahale edebilir ki?

Hepsini geçtik, anne babasının bile hükmünün geçmediği çocuklara ve gençlere ne kadar ve nasıl sahip çıkabiliriz ki?

Öğretmenlerimizin, hocalarımızın hatta ustalarımızın bu konuda çektikleri zorluk ve sıkıntılardan bahsetmiyoruz bile.

Sonra da kalkar, “Bu gençler neden böyle?Toplum neden böyle?İnsanlarımız neden böyle?” diye birilerinden hesap sormaya çalışırız.

Olur, tuzlayım ki kokmasın…