Kentimizin en eski çarşısının odağında yer alan ve dört biryanı buram buram tarih kokan Tuzhanı’nın restore edilerek, turizme kazandırılması konusunda uzun zamandır gerekli çalışmalar yürütülmektedir.

            Çevresinde aynı doku ve mimari özellikleri taşıyan işyerlerin de doğal olarak istimlak edilerek, restore edilmesi gerekmektedir. Çünkü Tuzhanı çevresiyle bir bütündür.  

            Bu amaçla söz konusu işyerlerin kamulaştırılması için, yanılmıyorsam 2006 yılında gerekli mercilerce karar alındı. 

            Ancak mülkiyetlerinin kamulaştırılmasını istemeyen bazı vatandaşlar, doğal olarak konuyu mahkemeye taşıdılar.

            Gel zaman git zaman derken, mülkiyet sahipleri mahkemeyi kaybetti. Bunun üzerine hiç zaman kaybetmeden bu defa davayı Danıştay’a götürdüler.   

Netice itibariyle Danıştay da mahkemenin verdiği kararı birkaç gün önce onadı diye duyum aldım.

Anlaşılan o ki, gelinen noktada; mülk sahipleri istese de, istemese de ebeveyninden kalmış olan taşınmazlarından mecburen el çekecekler.

Bir vesileyle o bölgeye yolum düşmüşken, kendimce mini bir araştırma yaptım. Sonuç olarak şu kanıya vardım:

Malum mülkiyetlerin sahibi, mallarına verilen değeri oldukça düşük görüyor. Dolayısıyla taşınmazlarının cüzi bir rakamla ellerinden alınacağı düşüncesiyle hayli sitemliler.

Elbette Tuzhanı’nın restore edilmesi, yerli ve yabancı turistlerin çarşı merkezine çekilmesi her Adıyaman sevdalısının arzusudur.

Zira bu anlayışla yola çıkarken, kaş yapayım derken göz çıkarmaya da meyletmeyelim.

Mülkiyet sahiplerinin rızasını almadan, onları hoşnut etmeden, “Nasıl olsa elimizde mahkeme kararı var” düşüncesiyle hareket edilirse, kalp kırmış olmakla birlikte kul hakkına da tecavüz edilir ki; böylesi durumların İslam’da yeri olmadığı gibi, vicdanların da yara alacağı kesindir.

Yeri gelmişken konuyla alakalı olduğu için Osmanlının şu veciz kararını gözden geçirmenin yararlı olacağı düşüncesindeyim:

İstanbul’daki Firuzağa Camii, kentin fethinden sonra yapılan ilk mabet özelliğini taşımaktadır.                

İlgi çeken minaresi ise, normalde olması gereken yere inşa edilmeye çalışılırken, o gün mabedin sağ tarafında ikamet eden Rumlar, günde 15 dakikalığına da olsa güneş ışınından faydalanamayacakları düşüncesiyle minarenin sağ tarafa inşa edilmesi için yetkililerden rica ederler.

Rumların haklı olduğuna karar kılan yetkililer, “Nasıl olsa güç bizde, istediğimiz yere minareyi dikeriz” düşüncesine kapılmadan, kul hakkına girmemek amacıyla ivedilikle minareyi mabedin sol tarafına inşa ederler.

Günümüz yetkilileri de Osmanlının bu adilane davranışını örnek alırlar inşallah, yok eğer almaz ve dediğim dedik çaldığım düdük kabili bir mantıkla hareket etseler de, eh, ne diyelim, “Herhalde sözün bittiği noktadayız” der geçeriz.  

Selam, sevgi ve gönül dolusu muhabbetlerimle…