Açlık, sokakta yaşamak, savaş, doğal afet, işkence gibi listeyi uzatıp gideceğim canlılar için geçerli bir sürü yoksunluğun arkasında yatan korku, dediklerine göre temelinde tek bir korkuya bağlanıyor : ölüm korkusu  .Yani yaşayan da yaşatan da eşit bu konuda o zaman.

Mantık yürütmeye devam ediyorum öyleyse, neden o zaman birine yöneliyoruz ve ayrıştırıyoruz bu iyi, bu kötü ya da ihtiyaçlar bazında bakılacak olursa bu gerekli bu gereksiz. Konu derin ,dağılmadan ve kendimi dağıtmadan hemen sınırlandırayım.

Gençliğim, toplumsal çıkarların kişisel çıkarlardan üstün tutulduğu bir döneme denk geldiği için kulağım lümpen sözcüğüyle çok doldu. Bugün ise “ Önce ben, hep ben değil” ilkesini o kadar sık söylüyorum ki en başta kendimi ikna etmek için. İnanın bazen midemin bulandığı bile oluyor. Çünkü bakıyorum, çok şükür aç değilim, açıkta değilim. Kibrim niye beni rahat bırakmıyor? Niye bu kadar kasıyorum kendimi?

Bakış açımı değiştirmek için çok istekliyim. Böyle yapmadığım takdirde iç huzurumu yakalayamayacağımı düşünüyorum yalnızca bugün için. Hemen hemen her ağzımı açışımda ” bunlar sosyetik dertler “ şeklinde yargılanmaktan bıktım usandım. Çünkü en başta ben kendi kendimi yargılıyorum dünyanın haline bakıp nasıl bunları kendine dert ediniyorsun diye.  Dolayısıyla  sınır koyamadığım için de insanlar bu yargıyı yüzüme dillendirebiliyorlar. Belki onları onayladığım için bu kadar alıngan davranıyorum da olabilir. Ne fark eder!

Kabızlıktan kurtulamıyorum abicim, gerisini sen düşün bu bedene nasıl işkence ettiğimi. Sosyetikse sosyetik bunlar benim dertlerim, diyesim geliyor her seferinde. Diyemiyorum. Yaza yaza belki bir gün dilime de düşer, hayırlısı.

Bu sosyetik dertlerden biri, evliliklerimle ilgili sorgulamalar. İki kere evlendim, boşandım demek çok canımı yakıyor. Kendimi başarısız hissetmenin getirdiği yetersizlik ve değersizlik duygularıyla baş edemez halde buluyorum. Her iki evliliğimin üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen hayatıma birisini dâhil edememenin hayal kırıklığı, telaşı da ayrı konu.

Hâlbuki kendimce kafa yorup çaba sarf ettiğim bir alan. Yani öyle yan gelip yattığım da yok. Fakat önceleri okuduğum bir kitabı okuyorum, anladım ki benim çabam kumsalda bir kum tanesi.

Bu sıralar kitaplığımı temizliyorum. Bir çalışma odasından umudu kestiğimden beri uyguladığım taktik, eskileri çok zor gelse de elimden çıkarıp yenilerini almak. Kitaplığımı çoğaltmak yerine, yerimi genişletip iş yükümü de azaltmak amaçlı giriştiğim bir eylem. İçeriğini anımsamadıklarımı gerek duyarsam bir kez daha okuyup öyle elden çıkarıyorum.

Dönelim elimdeki kitaba, 08.11.2010 tarihini atıp kendimce özel bir not iliştirdiğim bu kitabın adı    ‘’Ye, Dua Et, Evlen”. Yazarı, Elizabeth Gilbert. Kitabın sinema filmi de var : ” Ye, Dua Et, Sev”. Onu da izlemiştim. Yazar bir kere boşanmış erkek ve kadın üzerinden, uzun süren bir birlikteliğin koşulların da zorlamasıyla evliliğe dönüşme sürecinde yaptığı derin araştırmaların dökümünü sunuyor uzun uzadıya. İşte o noktada yalnız olmadığını bilmek ve hala yapılacak bir şeylerin olabileceğini ummak hoşuma gidiyor.

Yazarın kaleminden şu notu iletmeden geçemeyeceğim:

“Savaşa gitmeden önce bir kez, denize girmeden iki kez, evlenmeden önce üç kez dua et. ” der eski bir Polonya atasözü.

Şahsen ben bütün yıl dua etmeye niyetliyim.

Diyerek de bitirmiş yazar. Ben o kadar korkuyorum ki  dua bile edemiyorum artık. Sadece hayırlıysa gibi bir niyetle kapıyı aralık bırakıyorum.

Yıllarca yel değirmenleriyle savaşır gibi bu köklü kurumla mücadelemi o kadar kişiselleştirdim ki... Bugün dünyanın benim etrafımda dönmediğini biliyorum, zaman zaman unutsam da. Fakat kendimi de yok saymaya niyetim yok. Öyleyse sosyetik dertlerim de bizimle birlikte arkadaşlar.